not: Bölüm tahminimden biraz daha uzadı, pazar da bölüm gelecek.
Heyecanla yorumlarınızı beklediğimi belirtip sizi bölümle baş başa bırakıyorum.
14 yıl önce (Eylül ayı)... İstanbul...
Uzun bir yaz mevsiminin ardından sonbaharın haberini fısıldayan serin bir rüzgâr odamın perdesini dansa kaldırıyor ve hüzünbaz bir sarıya özenen yapraklar usulca hışırdarken tekrar duyuyorum o melodiyi. İstanbul'a ilk geldiğim gün sıcak bir hoş geldin diyen kemanın sesi odamı ikinci kez dolduruyor. Varlığını bile unuttuğum bir zamanda, ansızın, soluduğum havaya karışarak tüm dikkatimi dağıtıyor. Notalar uç uca eklenip bir köprü kuruyorlarmış gibi ustalıkla akıyorlar kulağımdan kalbime.
Perdemi kenara çekiyorum, bu nefes kesen ezginin kimden yayıldığını bulmak üzere pencerenin hemen dibindeki yatağımda dizlerimin üstünde yükseliyorum. Küçük penceremi dallarıyla çepeçevre saran ceviz ağacı görüşümü engellese de, yaprakların arasında zikzaklar çizerek aramaya devam ediyorum.
Göremesem bile, tellerin üstünde raks eden yayın havada bıraktığı izlere uzansam dokunabilecekmişim gibi geliyor.
Bora'nın da bu şöleni kaçırmaması için karşımdaki açık pencereden onu çağıracak iken rüzgâr, odasının perdesini aralıyor. İşte o zaman görüyorum sihirli yayın sahibini. Yayıyla dinleyicilerini büyüleyen sihirbazın Bora olduğunu fark ediyorum.
Neden söylemedi ki bana, diye merak ediyorum.
İzlemeye başlıyorum onu perdesinin izin verdiği kadarıyla. Yeni bir arkadaşla tanışıyormuş gibi, bir sırra dâhil oluyormuş gibi, özel bir konsere en önden yer kapmışım gibi heyecanlanıyorum. Gözlerini bazen araladığını görüyorum, kaşlarının arasında hafif bir çukur beliriyor, dudakları incelerek düz bir çizgi hâlini alıyor. Sanki çaldığı melodinin tadına bakıyormuşçasına düşünceli duruyor ya da çaldığı melodiye layık olmak istercesine... Emin değilim. Kemanın tuşesindeki parmakları ondan bağımsız gibi, ne Bora onları kontrol ediyor ne de onlar emir bekliyormuş gibi hareket ediyor. Yayını müzik kokan havaya imzasını atarmış gibi oynatıyor gözlerinin rengindeki bir keman üzerinde.
Gösterisini bitirdiğinde, yayını kemanının telinden ayırıp hazin son geldiğinde, ben hâlâ bir ağaç uzakta alkışlamayı unutan seyircilerin şaşkınlığını yaşıyorum. Güzel bir şaşkınlık... Hayranlıktan doğan bir şaşkınlık...
Bora perdeleri bir kenara çekip pencereden tırmanmaya başlıyor. Ne yapacağını çözmem uzun sürmüyor, aynısını birkaç gün önce ben de denemiştim çünkü. Dalların sağlamlığını asılarak kontrol ettikten sonra pencerenin pervazına oturup bir ayağını dışarı çıkarıyor. Tüm dikkatini düşmemeye harcadığından ya da benim yapraklarla kamufle olmamdan bilinmez, beni görmeyip ceviz ağacına tırmanmaya başlıyor. Başının üzerindeki dala sıkıca tutunduktan sonra kendisini iyice ağacın iç kısmına doğru çekiyor, dalların tişörtüne ve pantolonuna takılsa da vazgeçmeden hedefine doğru ilerliyor. Daha önceden yerini belirlemiş olmalı ki o noktaya vardığında verdiği nefesi ben bile duyabiliyorum. En kalın dallardan birine oturduktan sonra ayaklarını sallıyor usul usul. Penceremden biraz daha uzanırsam ayağına uzanabileceğimi hesapladıktan sonra, hiç sonuçlarını tartmayıp sadece muhteşem olduğunu düşündüğüm şakama şimdiden gülmeye başlıyor; dalların ve yaprakların arasında görünmez olduğunu hissettiği anda Bora'yı pantolonunun paçasından yakalıyorum.
Korku dolu bir iç çekiş duyuyorum sadece. Büyük bir çatırtıdan hemen evvel...
Bir saniye sonra Bora'yla göz göze geliyoruz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
General FictionKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...