*****
Gece desem aydınlığıyla istilacı gündüze, gündüz desem karanlığıyla yutan geceye haksızlık etmiş olacağım hassas bir zamanda; bayatlamaya başlayan anıların nahoş tadı damağımda, yeni bir hayat uğruna çıktığım yolculuğun ilk adımını atıyorum. Cem, bavullarımı arabasına çoktan yerleştirmiş; uykusuzluktan her an bayılacak gibi dursa da, nazikliğinden bir an olsun vazgeçmeyip arabanın yolcu kapısını binmem için açıyor. Soğuktan nasibini almamak için hızlıca kendi tarafına geçiyor, emniyet kemerini bağladıktan sonra kontaktaki anahtarı çevirip boş yolların tadını çıkarıyor.
"Cem, gelmek zorunda değildin. Mahcup oldum." diye başlıyorum. Konuşmak, oldukça tedavisel... Dikiz aynasında giderek küçülen evin hüznünü kelimeler bastırabiliyor. "Çok yardımcı oldun, teş-"
"Lafı bile olmaz, Eylül." diyor net bir şekilde. "Giden ben olsaydım, eminim sen beni Almanya'ya kadar götürür, yerleştirirdin."
Gülüyorum.
"Şimdi," diyor. "Nereye gidiyorduk?"
"Kenan Kaptan'a, anahtarı ona bırakacağım. Ben sana yolu tarif ederim."
Elimdeki anahtarın ağırlığı, fiziksel ağırlığından kat be kat daha fazla.
"Tamamdır." diyor Cem dikkatimi dağıtarak. "Ama önce, sana bir İstanbul turu attırmalıyız bence."
Çok geçmeden sahil yoluna çıkıyoruz. Daha rahat veda edebilmem için, Cem yavaş denilebilecek bir hızla sürüyor arabayı. İstanbul ise... İstanbul, bu sabah göz kamaştıracak güzel, kelimelere bürünemeden nefesleri kesecek kadar ihtişamlı, kaderlerimiz benzermiş gibi içten...
Bulutların arasından çıkıp ufukta görünmeye başlayan güneş, ışıltılı parmaklarıyla duvağını açıyor İstanbul'un... İşte bu sahne, hafızalara kazımaya değer; çünkü İstanbul'un göz kapakları iki ayrı kıyı gibi, kirpikleri sahil yolu boyunca dizilmiş ağaçları andırıyor, gök rengi harelerinde uçuşan şen martılar var sanki... Kusursuz teninin parıltısı, uyku mahmuru bir şehirden yansıyan körpe gün ışıklarına ilham olmuş. Dolgun dudaklarındaki kadife dokunuşlar, tepelerde gezinen şımarık rüzgârlara benzemiyor mu? Fakat yine de İstanbul, bugün güzel olduğu kadar hazin... Denizlerin kavuştuğu coşkun mavi gözlerine, keder bulutlarının gölgesi düşmüş. Dokunsak, ağlayacak... Orhan Veli'nin İstanbul'una hiç de yakışmıyor bu hâl.
Benim gibi, itidalini kaybetmemeye çalışıyor sadece. Kederini sonbahar yapraklarının damarlarına yazıyor, geride bırakılmakla alakalı tüm metaforlar anlamını yitirene dek yazıyor...
Cem arabadaki sessizlikten rahatsız olmalı ki, radyoyu açıyor. Sessizliğin yerini alan ilk melodi, "İstanbul'da Sonbahar" olunca ikimiz de gülümsüyoruz.
"Güzel uydu." diyor Cem.
Katılmamak ne mümkün!
Not: Az ama sık politikasıyla devam ediyorum. Bizi izlemeye devam edin, çünkü yaklaştık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
BeletrieKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...