40. Bölüm "Gönül"

2.9K 278 135
                                        

"O bir yolcu sen bir hancı

Gördüğün en son yalancı İçinde ki derin sancı Gitmez dedim kaldı gönül"-Fikret Kızılok

                  

Günümüz, 26 Ekim, Karlsruhe, Almanya

İnternetin ve sosyal medyanın artık hayatımızdaki önemini yadsımak mümkün değil. El afişlerini dağıtmaya başladığımız daha ilk hafta sonunda, Angela küçük bağışlar almaya ve hatta yeni üyelerin aramıza katılmaya başladığını söylüyor. Pazartesi günkü toplantımı atlattıktan sonra, daha aktif olarak tanıtım çalışmalarında rol almayı ve kurduğum siteyi öne çıkarmayı kafama koyup sevincine ortak oluyorum. Selin'in aklındaysa, yaklaşan Noel için çocukların havalara uçacağı birbirinden güzel etkinlikler var. Konuştukça daha da sabırsızlanıyoruz. Mutluluğun en masum halini hissediyoruz, belki de hasta yataklarında gülümsetmeye çalıştığımız çocuklar öğretmişti bize bunu.

         Dorian'ın kafamı karıştırdığı günü ise, geçmişimde unutulmaya terk edip Angela ve Selin ile aklımı dağıtmaya çalışıyorum ertesi gün. Angela, sabah erkenden nöbeti olduğunu söyleyip bize erkenden veda ediyor. Selin ile baş başa kalınca iki haftadır yağmurlu olmayan tek günden istifade edip şehir merkezine doğru yürüyüşe çıkıyoruz. Her nasılsa, bebek giyim mağazalarından birinde buluyoruz kendimizi. Bebeğimin cinsiyeti de belli olduğuna göre, artık kıyafetleri hazırlamaya başlayabileceğime karar veriyorum. Selin de en baştan beri bu karar anını bekliyormuş gibi, dizginlenemez bir hevesle tüm bebek eşyalarını alıcı gözüyle incelemeye başlıyor.

         "Bu tahmin ettiğimden de daha eğlenceli," diyor Selin avucumuzu doldurmayan minik ayakkabıları gösterirken.

         "Eğlenceli," diyerek katılıyor ve ekliyorum. "Hem ölesiye korkuyorum hem de sevinçle karışık bir heyecan var içimde. Hislerimi ben de şaşırıyorum artık."

         "Eylül!" diye uyarıyor Selin hemen. "Sevin ama korkma! Kendinden asla şüphe etme. Sen çok iyi bir anne olacaksın."

         Başımı sallasam da benden özgüvenimi çaldığı ve şimdi onu söke söke geri kazanmak zorunda kaldığım için geçmişimi affetmiyorum.

Mart ayı, 9 yıl önce, İstanbul...

         Kıskançlık laneti beni kıskacına almıştı bir kere, artık Bora ile Ceren'i her yan yana gördüğümde kulaklarımda kalbimin çatlayışı yankılanıyor. Ruhum öylesine kırılgan ki, tuzla buz olmak üzere... Kaderin kötü bir büyüsüne karşı direnmeye çalışıyorum. Ama en azından Bora yanımda, yine yol arkadaşım ve ortağım olarak her daim bir ağaç uzağımda. Bu, hayatımın yılan gibi kıvrımlı yolunda kontrolümü kaybedip şarampole yuvarlanmamak için yeterli olan bir teselli... Bora, aylar önceki o itirafından bir daha asla bahsetmiyor. Sanki o anları hafızasının hapsinden çoktan tahliye etmiş, o günü pas geçmiş, bana söylediği her cümlenin delilini dudaklarından silmiş... Ancak vazgeçemediğini gizleyemiyor. İlan etmiş olduğu her hissi bile bile öldürse de, bakışlarında bir cenazenin kırılgan hüznü esiyor. Okullarımızdan eve dönerken artık aramızda, korumaya özen gösterdiği belirli bir mesafe var; ama otobüste okulun yorgunluğuyla gözlerim kapandığında omzunda uyumama izin verip kolunu belime doluyor. Sohbet ederken gözlerime artık uzun uzun bakmıyor belki, ancak kaçamak bakışlarını yakaladığımda başını eğip zorlukla yutkunuyor. O bunu fark etmedi henüz; ama ne zaman sınıfta olan bir olay, bir erkek ismini içinde barındırsa kaskatı kesiliyor.

         Yine bir okul günü, lisenin çıkış kapısında Bora beni bekliyor. Yalnız değil, yanında Ceren var. Çantamı toplarken yine oyalandığım için kendime kızıyorum. Ancak kızgınlığım sadece basit bir kibrit, Bora'nın bal bakışlarının Ceren'in gözlerine konduğunu ve uzun zamandır tebessümüne hasret kaldığım dudaklarının hafif bir kahkahayla dans ettiğini gördüğümde o kibrit çakılıyor ve içimde alev alev bir hüznün is kokularıyla yanlarına gidiyorum.

Efsanevi (Efsanevi #1)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin