"...Sarmadımsa da belden, geçmedim bu emelden
Bir hazin maceradır onu aldılar elden Başkasına yâr oldu, eller bahtiyâr oldu Gönlüm hep baştan başa viran bir diyâr oldu..."
-Dilek Türkan & İncesaz
Gecikmemek için apartmandan ayrılıyoruz. Şehrin ana damarlarından birine, büyük olduğu kadar kalabalık caddeye doğru yürümeye başlıyoruz. Hazır yola düşmüşken; benim hikâyemin serimi olan Aydın'dan İstanbul'a yaptığım yolculukla her şeyi anlatmaya başlamak, yakışı kalıyor.
Önce utangaç bir suskunluk dolanıyor adımlarıma, neredeyse tökezleyecek gibi oluyor anlatacaklarım. Sonra Selin, oltadaki derdi mahcup iç çekişlerimden anlamış olmalı ki, dostça sırtımı sıvazlıyor. Bu aslında oldukça sıradan bir samimiyet gösterisi olsa da, tesiri müthiş... Yalnızlığın ruhumu saran domuz bağını gevşetiyor az da olsa, kanımı emen harap olma korkusu, Selin'in her kalbi atana bahşettiği bereketli gülümsemesinde küle dönüyor.
Kelimeleri peşi sıra ittirerek lime lime olmuş hislerimin bent kapaklarını açıyorum teker teker. Boğulana kadar anlatacağım.
"Bora."
Ondan geriye kala kala virane iki hece, dört harf kalmış. Oysa geçmişimizin verimli topraklarına arkadaşlığın, sırdaşlığın ve tabii ki aşkın tohumlarını serpmemiş miydik hünerli ellerimizle?
"İsmi mi?" diye soruyor Selin.
"Hayır." Kafamı iki yana sallayınca pek tabii kafasını karıştırıyorum, yine açıklamaya başlıyorum. "Aslında ismi Sümer... Doğduğunda ona ilk Bora ismini koymayı düşünmüş annesiyle babası. İsminin Sümer olduğuna üzülürdü, Bora'yı daha çok severdi."
Geçmiş zamanın ekleri, onun celladı olmuş; çıplak gözle kimse göremiyor içimdeki mezarlığı.
Selin tüm barajlarımı usul usul yıkacak bir dikkatle dinliyor beni.
"Bir tek bana söylemişti bunu. O yüzden onu Bora diyerek anmak istedim. On dört yılda söylediklerinden bari bunda doğruyu söylemiş olsun diye, kendisine uygun bir isim seçtim."
Sümer terk etti, Bora hâlâ içimde.
"On dört yıl mı?" diye soruyor Selin hızlıca. Göz kapaklarını neredeyse kirpiklerine dek dayamış. On dört yılı fazla uzun bulduğunu anlayabiliyorum; haklı da, bir gün Bora'dan arındığımda kendimi bulamayacağımdan korktuğum kadar haklı.
"Evet, tamı tamına on dört yıl. Tanıştığımızda on iki yaşındaydık."
"Hep o vardı, desene."
Sözle onaylamaya ne gerek var ki, havada oyalanan suskunluğumu hissettikten sonra...
Nefes alıyoruz, yürüyoruz, açılıyoruz ve ben şimdiyi içselleştirip geçmişi tahliye ediyorum. Selin, nerelerde mola vereceğimizi öylesine iyi biliyor, noktalarıma öylesine hoşgörülü davranıyor ki, felsefe ve tarih okuduğuna üzülüyorum; çünkü nevrotik bir enkaza tam bir kurtarıcı mahiyetinde. Yaşama sevinci dolu bir monologla, şimdi buluşmaya gittiğimiz arkadaşından söz ediyor. Bugün çocuklardan birinin doğum günü olduğundan hediye almamız gerektiğini söylüyor ve rast geldiğimiz ilk alış veriş merkezine dalıyoruz. Yoldaki yürüme süremizdense hediyeye karar vermek oyalıyor bizi.
Göz kamaştıran oyuncaklara gizlice içimiz giderken Selin soruyor.
"Sence 14 yaşında bir kız çocuğu nasıl bir hediye ister?"
Ona inanamazmış gibi bakıyor ve soruyorum.
"Neden Barbie bebek bölümünde duruyoruz? Dudak parlatıcısı ve maskara, far falan alalım."
"Bilmem, beni çekti burası, renkler çok hoş."
"Öyle."
O ayrılmak üzere arkasını dönüp çıkışa ilerlerken; ben 0-6 aylık bebekler için oyuncakların sunulduğu reyona girmiştim. Dudaklarımda teşvike ihtiyaç duymayan bir tebessümle bakışlarımı raflarda gezdiriyorum. Bir elimde sarı bir ayı, diğerindeyse turuncu bir oyuncak kediyi tutarken Selin seslenerek yanıma varıyor.
"Eylül, seni kaybettim, sandım." diyor nefes nefese. "Ne yapıyorsun burada?"
"Hiç..." demek üzereydim ki vazgeçiyorum. Artık saklamamı gerektiren şartlar yok. "Bebeğime oyuncak almanın zamanı geldi, sanırım. Dördüncü ayı bitireceğim neredeyse." diyorum.
Selin önce şaka zannediyor, gülecek gibi oluyor; sonra gülümseyişe varamayan kıvrılmış dudakları titreyerek bakışlarını karnıma ittiriyor.
"Şaka yapmıyorum, Selin." diyerek kıvranmaktan kurtarıyorum. "Gerçekten de hamileyim."
Sevinmiş gibi bakıyor Selin.
Gerçekten seviniyor.
Bana sarılacak kadar heyecanlanıyor.
Kulağımın dibinde Almanca sevinç ünlemlerini kullanarak hızlıca konuşuyor.
"Senin adına çok sevindim, sevgili Eylül. Tebrik ederim. Bebeğinle tanışmak için sabırsızlanıyorum."
Not: Ağır bir pazartesi sendromu yaşayan Yasemin'den tekrar merhabalar! Efsanevi yüz bine yaklaşmış neredeyse, aslında okuma sayılarına takılmam. Daha çok alamadığım yorumlara takılıyorum ben ve şöyle bir şey düşündüm. Yüz bine ulaştığımızda yorum bırakan okuyucularımdan (çekilişle) birine bir hediye kargolayacağım. Kendi bursumla bizzat bir hediye alacağım. Efsanevi ile ilgili bir hediye de olabilir bu, aklımda birkaç fikir var. Kazananla ayarlarız artık. Geçen bölüm bahsettiğim sürpriz bu değil, o çok daha uzun soluklu bir şey. Hâlâ üzerinde çalışılmakta. 32. Bölüm "Aşk Dediğin – Majeste" ile güzel bir sahneyle devam edeceğiz. Katılım için yorumlarınızı bekliyorum efenim, sessiz okuyuculardan şöyle uzuun uzun yorumlar bekliyorum. Yani kurgunun kelimeleri tüketecek kısımları buralar değil daha arkadaşlar, yeni başlıyoruz, lütfen. En geç cumaya tekrar görüşürüz, akut pankreatit çalışmaya gittim ben!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Efsanevi (Efsanevi #1)
Algemene fictieKelimelerin aslında tahsisli ruhkurtaranlar olduğunu bilir miydiniz? Haydi, çekinmeyin, sorumun üzerine hissetmekten bir an olsun korkmadan düşünün. Gözlerinizi kapatın, boyutlarla inatlaşırmış gibi algınızın sınırlarını zorlayın, gerçekl...