3

2.5K 127 24
                                    

Geleli bir hafta olmuş, ilk zamanın aksine buranın sert soğuğuna bile alışmıştım. İnsanı da dahil.

Hoş, üşüdüğüm için elbise giymediğimden kimsenin bakışları üstümde dolanmadığı için de olabilirdi.

Bugün okullar açılıyordu. O yüzden sabah ezanıyla beraber uyanmış, daha doğrusu heyecandan uyuyamadığım uykumdan sıyrılmış içip bitirdiğim kahveyi tezgaha bırakarak odama adımlamıştım.

Dün gece belirleyip askıya bıraktığım kombinimi giymeden önce bir duş alıp çıktığım sırada duyduğum kapı sesiyle merakıma yenilip kapıya yürüdüm.

Markette gördüğümden beri, hiç karşılaşmamıştım. Evde olmama rağmen,  eve girip çıktığını da hiç görmemekle birlikte arabası da yoktu burada.

Elimi kapıya yaslayıp delikten baktığımda, sağ kolunun sargıda olduğunu görüp kaşlarımı çattım. Arabayı sürekli öyle kullanıyorsa, kesin kaza yapmıştır diye içimden geçirdiğim sırada o çoktan içeri girmiş kapıyı da ayağıyla kapatmıştı.

Bir şeye ihtiyacı var mıdır diye düşünmeden edemesem de kapısını çalmaya asla niyet etmeyeceğimden yarım kalan işime dönüp üzerimi giyinmeye karar verdim.

Siyah kumaş bol kesim pantolonumun üzerine koyu yeşil sıfır kol bir body giyip, siyah blazer ceketimi geçirdim.  Kuruttuğum saçlarımı düzleştirerek bırakmıştım.

Hak verirsiniz ki köy yerinde topukluyla yürümeye cesaret edecek biri olmadığımdan siyah klasik tarz bir spor ayakkabı geçirdim. Zaten giyemezdim, ayaklarım üşürdü.

Saatin yeterince geçtiğine kanaat verip, çantamı da alarak kapıdan çıktığımda eş zamanlı karşımdaki kapı da aralanmıştı.

Günaydın demeli miyim? Bakışları yine üzerimde gezinirken bir değişik duygu kırıntısı aradığım yüzü asla şekil değiştirmemişti.

"Günaydın." dedim yine de nezaketimi elden bırakmayarak. Kapıyı çekmek için dönerken başını salladı. "Günaydın." Düz. Çok düz. Gereksiz düz, sevmem.

Merakıma yenik düşerek kolunu işaret ettim. "Geçmiş olsun, kaza mı?" dediğimde kaşlarını yukarı kaldırdı. "Önemsiz."

Anladığım kadarıyla insan sevmiyordu. Yani bu kadar suratsız ve düz olmasının başka sebebi yoktu. O gün ondan para almayacak kadar sıkı olduğunu düşündüğüm ustaya bile düzdü.

Bana özgü değildi anlaşılan. Çünkü elinde bir ilaç torbasıyla kapısına gelen onunla aynı yaşlarda olan adama da aynı suratla bakıyordu.

Kendimi oradan kurtarıp merdivenleri indiğim sırada sesini duydum. "Sağol Emre, gel bir çay iç." Çaya davet ederken bile düz ve soğuktu. İnsan korkardı, çay içmeye.

Hızla atan kalbim, okulun bahçesinden girer girmez daha da hızlanırken etrafa gülümsüyordum. Umarım deli sanmazlardı.

Minik okulda çok da fazla öğrenci yoktu. Öyle ki benimle beraber iki öğretmen daha vardı sadece. Okulun müdürü yaptığı küçük konuşmadan sonra yılın ve benim ilk zilim çalmıştı.

Diğer öğretmenlerle ve müdürle tanışma faslını geçerek sınıfa girmiş, sıralarında gördüğüm yirmi küçük çocuğa umutla bakıyordum.

Ben Naz Tiryaki, geleceğe umut olmaya geldim. Mesleğinin ilk günü bugünden, son gününe kadar ilim ekip ilim biçecek,  yüzümdeki gülümsemeyi tüm çocuklara serpecektim.

..

İlk günü bitirmenin verdiği huzurla çalan son zili karşılamış çocukların bana hayranlıkla bakan gözlerinden ayrıldım.

"Öğretmen hanım." diye seslenen küçük Nazın elini tutan kadına doğru yürürken gülümsedim. Bir öğrencimin adı, Nazdı benim gibi.

"Merhaba." dedim yanlarına ulaşırken. "Nasıl ana, çok güzel değil mi?" dedi Naz annesine şirin şivesiyle. Kadın da bana öyle güzel baktı. "Öyle."

Nazın annesi "Ayıp olmazsa nerede kalıyorsun öğretmen hanım." dediğinde başımı iki yana salladım. "Lojmanlarda." dedim az çok ne için sorduğunu tahmin ederken.

"Var mı bir ihtiyacınız, yemek yapabiliyor musunuz?" diye sorarken şivelerinden dolayı içe kıvrılan kelimelerine gülümsedim. "Yapıyorum, eksik olmayın."

Yemek yapabildiğime ikna etmeyi başardığım uzun sohbetin ardından anca okuldan çıkmış eve varmıştım.

Kapıya taktığım anahtarlar aklım karşıya kayarken soğuk tavırlarına daha fazla sıcak yaklaşamayacağıma kanaat getirip eve girdim. Az muhatap olmak en iyisiydi.

Üzerimi değiştirip mutfağa geçmiş, kendime biraz çorba ve makarna yapmıştım. Kaseye doldurduğum çorbayla bakışırken içimdeki dürtüye engel olamayıp bir kaseye daha çorbada doldurup kapıya yürüdüm.

Stresle dudaklarımı ısırıp kapının ziline basmayı başarmıştım. Birkaç saniye sonra açılan kapıyla hafifçe gülümsedim. "Çorba yapmıştım." dedikten sonra kaseyi uzattım.

Kaşları yine havalanırken saçmaladığıma yeni kanaat getiriyordum. Belki evliydi neden böyle bir girişimde bulunmuştum ki? Geri çeksem de ayıp.

Sol eliyle kaseye uzanıp eline aldı. "Teşekkür ederim." dediğinde başımı salladım.  "Gerek yoktu." Eşim yapardı falan demezsin inşallah.

O sırada yine biri elinde bu sefer beyaz poşetle geldiğinde bakışlarım oraya döndü. Sabahki gibi biri değil de daha genç bir çocuktu. "Başka bir şey ister misin abi?" diyerek elindekini uzattığında bir ona bir elindeki kaseye bir de bana bakıp duruyordu.

Efe kaseyi arkasındaki vestiyere bırakıp poşeti de alarak yanına koydu. Cebinden çıkardığı parayı çocuğun cebine sıkıştırırken "Yok oğlum. Sağolasın." diyip çocuğu gönderdi. "Sipariş vermiştim."

"Siz hiç gülmez misiniz?" dedim sitemle. Bana ketumsun diyen annem, utanırdı onu görseydi. "Hayır." diye yanıtladı aynı düz sesle. "Siz özgürce gülebilin diye uğraşırız."

yâr'a iziHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin