Yorumlarınızı eksik etmeyiniz bebek tanelerim, iyi okumalarrr.
Bölüm 29: Ruhum Ruhuna, Tenim Tenine Düşkün
Asef'ten...
Hayat, bazılarını acımasızlığıyla sınarken bazılarına mutluluğu altın tepside sunardı. Kimilerimiz bu dünyanın şanslı kullarıydık. Güzel bir ailenin ikinci çocuğu olarak hayat bana hep mutluluğu sunmuştu. Annem ve babamın sevgisiyle büyürken ablamın da desteği ile kardeş kavramıyla tanışmıştım. Onlara sırtımı yaslarken bir yandan da kendi kendime ayakta durabilmenin çaresini bulma girişimiyle kalbim hevesle çarpar olmuştu.
Onlar ne yaparsam yapayım arkamdaydı, ben de onlara yaraşır biçimde dileklerimi gerçekleştirme azmine düşmüştüm. Lider bir ruha sahiptim ve bulunduğum her ortamda istemsizce kalabalığı etrafıma toplarken bulurdum kendimi. Bunun için çabalamama bile gerek kalmazdı. Bulunduğum yer bir an olsun boş kalmaz, hiç tanımadığım insanlar bile benim yanıma gelip ağzımdan çıkacak bir kelâmı hevesle beklerdi.
Yaş aldıkça ideolojimde kendini belli etmiş ve kendimi bu konumda yükseltmek istemiştim. Bu esnada üniversiteyi dişimi sıkarak kazanmış ve Ankara Üniversitesine yerleşmiştim. Dönüm noktam da bu esnada olmuştu esasen. Ankara'da üniversite okumak yanında ideolojik davayı da getiriyordu. Ankara; aşkın, sevdanın, dostluğun ve aynı zamanda dava aşkının da şehriydi. Bizim dönemimizde sağ veya sol bir görüşe sahip olurdun ve öyle ya da böyle o sesin çıkardı. Gruplar bile buna göre şekil alırdı. Elbette ki sessiz olan veya apolitik gibi takılanlar da vardı ama bilinen herkes sesi çıkanlardan ibaretti.
Bu dava uğuruna başkan olduğum vakit ise her şey daha farklı gelişmişti. Herkesin sorumluluğu bana aitti, geri adım atmam veya ileriye attığım her bir adımdan ben sorumluydum çünkü daha ilk senelerimde olan bir olayın etkisiyle üniversite sarsılmıştı. Okulda başlayan ama dışarıya sıçrayan kavganın sonucuyla çoğu kişi cezaevine girmiş çoğu da ölmüştü bu yüzden ne yapsam hep daha da diken üzerindeydim. Zaten yoldan çıkanları fark edince ben başkanlığı bırakan taraf olmuştum. O kanlı kavganın aynısının olmasından korkmuş ve buna başkanlık etmekten çekinmiştim. Konu dava olunca önünde örnekler de olsa insanlar durmak nedir bilmezdi zaten.
Ben böyle olunca ister istemez karşımdaki kişi de benim gibi olsun istiyordum. İnsanoğlu böyleydi, başkasının farklı bir karakterinin olduğuna aldırış göstermeden bir anda istediği gibi olsun isterdi. Olmazsa da sinirlenir ve değiştiremeyeceğini anlayınca çirkinleşirdi. Ben de bu noktada Bera'ya çirkinleşmiş miydim bunu düşünüyordum.
Ondan çok fazla şey bekliyordum bunun farkına varmış olmanın ağırlığını da esasen yaşıyordum. Bera sadece birkaç aydır normal bir hayat yaşıyor gibiydi ama aslında bu bile eksikti. Çocukluk travmalarıyla baş etmeye çalışan ama bu sürece kadar gelirken de okulda türlü türlü zorbalıklara maruz kalmış birisiydi. Engel olabildiğim kadar olamadığım da elbette vardı ve ben ondan bir günde düzelmesini bekliyordum.
Korkuları, kaygıları vardı. Gözleri her defasında panikle titremeye başlıyor ve bir yandan da beni kaybetmekten korkuyordu. Ben onu bırakmazdım ama o kadar öfkeyle dolmuştum ki evden kaçarken bulmuştum kendimi. Oysaki ondan bir anda değişmesini bekleyemezdim. Tek bir konuşmamla herkese meydan okuyamaz, korkularından sıyrılamazdı. Hayatı korkularla geçmiş birinin balonunu patlatıp 'hadi şimdi dünyanın en güçlü insanı, en meydan okuyan insanı ol' diyordum sanki bu benim haddimeymiş gibi.
O hâlâ titreyerek uykularından uyanan, okulda sürekli dışlanan, ailesinin yüzüne bile bakmadığı kişiydi. Ve bu hayata tek başına tutunduğu için başkalarına da kendisi yüzünden zarar gelsin istemiyordu, anlıyordum onu. Fakat bu yüzden kendisi zarar görürken ben de öylece oturup bekleyemezdim. Bir yandan da hak veriyordum. Ona zarar gelmesin diye ben de haber vermezdim ve bana yaptığı durum tam olarak buydu.
![](https://img.wattpad.com/cover/334925849-288-k425079.jpg)