XXXTENTACION - Before I Close My Eyes
Ağaca çıkmış Güneş'in batışını seyrediyordum. Gökyüzünün ateş aldığı, bulutların zarifçe dolaştığı, denizin dalgalanarak kıyıya vurduğu doğaya baktım. Kuşların özgürce süzüldüğü havada tenime değen rüzgârın ılık nefesini hissettim. Aldığım her nefeste ormanın kendine has kokusu burnuma doldu. Temiz havayı ciğerlerime çektim. Hayatımda ilk defa böylesi güzel bir manzaranın tadını çıkarıyordum zira ne şehirde ne de çeperlerde böyle manzaralar bulamazdınız. Ayaklarımı boşlukta sallandırırken gittikçe kararan hava ruhumu ferahlatıyordu. "Keşke hep bu anın içinde kalabilseydim..." Kendi kendime mırıldanırken kafamı ağacın gövdesine yasladım.
"Keşke..." diye fısıldadı aşağıdan yükselen tanıdık sesin sahibi. "...zaman hepimizi yutmasa. Sen ve ben, aynı kızıl gökyüzüne birlikte bakmaya devam etsek."
"Yine beni izliyorsun anlaşılan." dedim, içinde bulunduğum huzurdan beni çekip çıkaran adama.
Omuzlarını silktikten sonra tek sıçrayışta üzerindeki ağaç dalına tutundu. Güçlü kollarıyla gövdesini yukarı çekip ağaca tırmandı ve oturduğum dala yakın bir başka dalda konumlandı. Onu oldukça yorgun gördüm. Nedenini merak etsem de soru sormadım. Üzerimize çöken sükûneti bozacak hiçbir şey yapmadık. Uzunca bir süre sessiz kaldık. Karşımızdaki doğal güzelliğin soluşunu izledik. Güneş tamamen battığında dolunayın ışığı ormanı aydınlıkta bıraktı.
"Aslında..." diye fısıldadı. "Sana söylemem gereken önemli bir konu var."
Gülerek "Şaşırmam." dedim. "Benden kim bilir başka neleri sakladın..."
Gözlerini kısarak dolunayı izledi. Bir gün daha bitmişti. "Ama önce ağaçtan inmemiz gerek." Kısa bir duraksamanın ardından "Bu kez söyleyeceklerim çok daha önemli." diye de ekledi.
Yüzüm ciddiyete bürünürken başımı hafifçe aşağı yukarı salladım. Ne duyabileceğim hakkında en ufak fikrim dahi yoktu. Kıpırdanmamla birlikte o da hareketlendi ve benden çok daha atik davranarak aşağı inmeyi başardı. Ben inmekle uğraşırken o ellerini ceplerine sokmuş uzaklara bakıyordu. Son bir sıçrayışla ayak tabanlarım toprakla buluştu. Hafifçe bana doğru döndüğünde dudaklarının kıvrılışına şahit oldum. Yüzündeki; buruk bir gülümsemeydi ve bunu fark edişim içime kötü bir hissin çökmesine neden oldu.
Genç adam yürümeye başladığında adımlarını takip ettim. Ne zaman konuşmaya başlayacağını merak ediyordum fakat bu konuda herhangi bir soru yöneltmeye cesaretim yoktu. Ellerimi önümde birleştirmiş, parmaklarımla oynuyor aynı zamanda da bütün bedenimin gerildiğini hissediyordum. Nihayet adım atmayı bırakıp çimenlerin üzerine oturdu. Kısa bir süre için afallayarak etrafıma bakındım. Ardından ben de oturdum. Okyanusun kıyıya vuran sesini duyuyordum. Çimenlerin üzerinden kayarak okyanusa kavuşan rüzgâr, beraberinde saçlarımı da sürüklüyordu. Görüşümü kapatan uzun kıvırcık saçlarımı geriye atarak bir kısmını kulağımın arkasına sıkıştırdım.
"Yakında gideceğim." dediğinde istemsizce kaşlarım çatıldı. "Ama bu sandığın gibi bir gidiş değil." Kafasını kaldırıp kararan gri gözlerini gözlerime sabitledi. "Ben hastayım Gece ve sahip olduğum hastalığın herhangi bir tedavisi yok. Siyonem, hasarlı nanabotların bedenimdeki diğer nanobotların işlevini bozarak bağışıklık sistemimin zayıflamasına neden olan bir hastalık. Yavaş yavaş zehirleniyorum." Bakışlarım boşlukla buluştu. "Keşke sana bunu açıklamanın daha kolay bir yolu olsaydı. Biliyorum, durumumu çok daha önce açıklamamı beklerdin ama yapamadım. Kimsenin bana acıyarak bakmasını istemedim, özellikle de senin..."
"Hiç komik değil." diye fısıldadım. Ağırlaşan bakışlarımı zar zor kaldırarak genç adamın yüzüne bakmaya çalıştığımda ses tonum katıydı. "Gerçekten çok çirkin bir yalan bu." Kalkmak için hamle yaptığımda kolumdan tutup beni durdurdu. Hiçbir şey söylemedi fakat zaten kalmam için bakışları yeterliydi. Gözlerindeki hüznü net bir şekilde seçebiliyordum. O puslu bakışlarının ardında yaralı bir çocuk vardı. Usulca yeniden dizlerimin üzerine düşerken gözlerimi gözlerinden çekemedim.
Omuzlarını silkti "Zaten bana inanacağını düşünmemiştim." İç çekti ve bakışlarını kaçırdı. İlerideki uçuruma, okyanusun sesinin geldiği yere doğru baktı. Artık rüzgâr tenimi okşamıyor, soğukluğuyla titretip bedenimi sarsıyordu. Dizlerimi kendime çekip kollarımla bacaklarımı sardım. Kafamı diz kapaklarıma gömdüm ve sanki olacaklardan bu şekilde saklanabilirmişim gibi kaçmaya çalıştım. Eğer gelecek beni göremezse es geçer ve bu şu anın içinde bırakır sandım. Zihnim geçmişe dönerek hatıralarımı tazelerken yumruklarımı sıktım. Çığlık atma isteğimi yutarak kafamı yeniden kaldırdım.
"Olabileceğin onca yer varken neden hala buradasın?" diye sordum.
"Çünkü..." dedi fakat sonra acı bir gülüş cümlesini yarıda böldü. "Sadece kalmak istedim." Hemen sonra elini havaya kaldırıp suretini bana döndü. "Bak... Birkaç gün önce sana itiraf ettiğim hislerime rağmen, asıl niyetim senin de aynı hisleri bana karşı beslediğini duymak falan değil. Beni, yanında son zamanlarını geçirmekte olan ve yakında ruhunu da alıp gidecek olan bir hayalet olarak görebilirsin. Zaten gerçek de tam olarak bundan ibaret." Kollarını çaresizce iki yana açtı. "Hem hangi kadın bir hayaleti sever ki?"
Boğazıma düğümlenen yumru nefesimi bir an için tıkadı ve ben hareketsiz kaldım. "Hayaletleri görebilen bir kadın... " Çatlak, cılız, boğuk bir ses çıktı dudaklarımdan. Nefesim havaya zehir gibi karışırken başka hiçbir şey söyleyemedim. Göz ucuyla bana bakan Yağız kolunu kafasının altına koyarak çimenlerin üzerine uzandı. Birkaç saniye baktım ona öylece: Ağlama isteğimi geri göndererek, dik durmaya çalışarak, ondan kopamayacağımın bilincinde olarak...
"Sana zarar vermek değildi niyetim fakat birlikte bir geleceğimizin olamadığını bile bile nasıl olurdu da hala seni düşünebilirdim? Fakat insan ölüme bu kadar yaklaşınca son zamanlarını en güzel şekilde değerlendirmek istiyor. Ben ise senin yanında kalmak istedim. Bu yüzden aramızdaki gerginliğin daha fazla devam etmesini istemiyorum."
Robotlaşmış gibi "Ne kadar zamanın var?" diye sordum.
"Bir süre daha. Birkaç ay, o da belki ya da daha az. Bilemiyorum." Yokluğunun içimde açacağı boşluğu düşündüm ve gözlerimi yumdum.
"Üzgünüm..." diye fısıldadım. Ağlamamak için direniyordum. Beni ağlarken görürse ona acıdığımı düşünmesinden ve bunun onu daha çok yaralamasından korkuyordum.
"Önemi yok..." derken yalan söylüyordu. Dirseğinin üzerinde hafifçe doğruldu ve yan dönerek "Bana bak." dedi. Birkaç dakika öncesine göre yüzü daha canlı duruyordu. Bunu nasıl başarabiliyordu? Her şeye rağmen nasıl hala gerçek duygularını saklayabiliyordu? Kafasını önüne eğip kirpiklerinin üzerinden bana baktı. "Sana veda etmeden gitmek istemiyorum, tamam mı?" Gülümsemesine rağmen boğazında oluşan yumrunun nefesini kesiyor olduğunu fark ettiğimde onun gibi ben de yutkunmakta zorlandım. Sanki boynuma sıkıca bir ip bağlanıyormuş gibi hissediyordum.
Onun kadar güçlü değildim. Lanet olsun, diye düşünürken gözlerimden peş peşe tuzlu yaşlar süzülmeye başladı. Uzanıp yanaklarımdaki yaşları silerken konuşmaya devam etti. "Eğer bir gün yüzünü göremezsem; sırf gözyaşlarını da göremiyorum diye ağlamazsın değil mi?"
İşin ciddiyeti karşısında eziliyordum. Boğazımı temizleyerek ve sesimin titrememesi için özel bir çaba sarf ederek "Böyle konuşmanı istemiyorum." diye fısıldadım.
"Ben de senin üzülmeni istemiyorum." derken samimiydi.
"Üzülmüyorum." diyerek yalan söyledim. Elimden geldiğince gülümsemeye çalıştım. "Unuttun mu, ben var olmayanı görmekte epey iyiyim. Seni görmek istersem bu konuda bana yardımcı olacak epey yüksek bir hayal gücüm var. Buna şizofreni diyorlar."
"Benim için üzülmemene sevindim." dedikten sonra yeniden çimenlere uzandı. "Bencillik sana çok yakıştı."
"Biliyorum." derken benim de yüzümde samimi ama hüzün dolu gülümse vardı. Usulca yanına uzandım. Şimdi onunla aynı gökyüzüne bakıyorduk. "İlk defa hastalığımı bana verilmiş bir hediye olarak düşünüyorum." diye fısıldadım. "Eğer seni göreceksem ve sana ihtiyacım olduğunda hep yanımda olacaksan ben iyileşmek istemiyorum."
Kafasını çevirip bir süre için bana bakıp düşüncelere daldı. O an ne düşündüğünü merak ettiysem de soramadım. Yeniden gökyüzüne bakmaya başladığında "Yıldız kaydı." diye mırıldandı. Meraklı gözlerle onun dolunayın ışığıyla aydınlanan yüzüne baktım. "Bir dilek tut." diye fısıldadım. "Yıldızlar ve insanlar arasında güçlü bir bağın olduğuna inanıyorum. Bu yüzden bir dilek tut ki, bu sönüş boşa gitmesin."
"Benim dileğim asla gerçekleşmeyecek bir dilek." dediğinde neyi dilemiş olabileceğini anlamak zor değildi. Sözlerinden anladığım kadarıyla benim gibi onun yıldızlara inancı yoktu. Fakat elini kaldırıp gökyüzündeki solgun bir yıldızı işaret etti. "Baksana, yakında o da benim gibi sönecekmiş gibi görünüyor."
Yağız'ı ilk defa bu kadar çocuksu bakışlara sahipken görüyordum. Sanki 5 yaşındaydı fakat yetişkin giysileri giymişti. Gözlerindeki hüznü görmek, o bu haldeyken daha da yıkıcı oluyordu. Fakat tüm bunların ötesinde beni asıl şaşırtan bir başka gerçek vardı o da çocukluğumdan beri hafızamdan silinmeyen o masalı hiç duymamış olan genç adamın gökyüzündeki en solgun yıldızı işaret edişiydi. Hayretle aralanan dudaklarımı kapatarak kendime gelmeye çalıştım. "Bir yıldız solgun göründüğü için sönecek diye bir kural yoktur."
"Öyle mi?" dedi şaşırarak. "O benim yıldızım olabilir. Böylece sen, ne zaman benimle konuşmak istersen kafanı gökyüzüne kaldırır ve söylemek istediklerini işte o yıldıza anlatırsın." dedi yeniden solgun yıldızı işaret ederek. Bir süre için anın içinde tutuklu kalarak bomboş gözlerle genç adamı izledim. Kalbime saplanmış olan kaçıncı iğneyi ruhumda hissettiğimden bihaber havadaki kolunu tutup başımın altına yerleştirirken ve iyice ona doğru sokulurken buldum kendimi. Daha fazla bu zamansız vedadan bahsetmek istemiyordum. Derin bir nefes alarak belki de bir daha hissedemeyeceğim kokusunu ciğerlerime çektim ve tişörtüne sıkı sıkıya yapışıp gözlerimi yumdum. Tıpkı onun gibi ben de çocukluğuma dönüş yaşıyordum ve sanki onu sıkı sıkıya tutarsam gitmesine engel olabilirdim.
Sessizce başlayan ağlayışım hisli bir hıçkırıkla bölündüğünde Yağız'ın kafasını bana çevirdiğini fark ettim. Ağladığımı biliyordu fakat sessizdi. Gözyaşlarım yüzünden ıslanan tişörtünü önemsiyormuş gibi görünmüyordu. Uzanıp çenemi tuttu ve ona bakmamı sağladı. Yüzümü incelerken bana bir şeyler söylemek istediğini fark ettim fakat sessizliğini bozmadı. Kelimelerin şu durumda kifayetsiz kalacağının o da farkındaydı. Usulca sokulup dudaklarını dudaklarıma bastırdığında, hıçkırıklarım onun nefesiyle kesildi. Tatlı öpüşüne karşılık verişim içimdeki harlayan ateşi söndürmüyor, aksine ateşin körüklenerek kalan son enkazı da küle çevirmesine neden oluyordu.
Karanlığa karışan bir şey vardı ve bu şey göğsümün üzerine çirkin bir karabasan misali oturup tüm ağırlığını bedenimin ve ruhumun üzerine verdiğinde nefes almak lükse kaçan bir ihtiyaç halini aldı. Bakışlarımı kaldırıp gökyüzüyle buluşturmak istedim fakat birer birer sönen yıldızlar onu da beni de yutarak önce karanlığa sonrasında hiçliğe doğru savurdu. Solup giden an, zamana karıştı ve geçmişin yıkıcılığında belki de yitip gidecek olan diğer bütün anlardan çok daha solgun bir varoluşla bir iki nefes daha buldu kendine. Sonrası inkâr.
***
Korel biraz alıştırma yapmamın benim açımdan iyi olacağını öne sürerek beni Aryan halkına ait eski bir atış poligonuna getirmişti fakat alıştırma yapmak için oldukça ilgisizdim nitekim hala aklım dün gecede ve o gecede duyduğum sarsıcı gerçeklerdeydi. Sanırım alıştırmanın amacı da benim daha iyi bir nişancı olmamdan çok kafamı dağıtmam ilgiliydi. "Yeteneklerini görmek istiyorum." dedi Korel kollarını göğsünde birleştirip sırtını dikleştirirken. Onun bu hareketi kol kaslarının belirgin bir biçimde ortaya çıkmasına neden olmuştu. "Acaba bana kafa tutabilecek kadar iyi misin?"
İlgisiz bakışlarım genç adamın üzerindeydi. "Sana mı?" diye sorarken yüzüm ifadesizdi. "Sen bana kafa tutabilecek kadar iyi misin peki?"
Sözlerim onu şaşırtmış gibiydi. "Demek öyle ha?" Bana bir silah uzatıp göz kırptı. "Yeteneklerini görelim bakalım." Usulca silahı elinden aldım.
Önünde duran panele eğilip simülasyonu çalıştırmak için gereken tuşlara basmaya başladı. Bunu yaparken aynı zamanda alıştırma poligonu hakkında bilmem gereken her şeyi açıklamaya başladı. "Aryan halkı burayı, sistemden kendilerini korumak için gizlice inşa etmişler. Poligonu çalıştırmak ve diğer tüm enerji ihtiyaçlarını gidermek için kendi teknolojilerini kullanıyorlar. Böylece Anasiyam'a bağımlı bir şehir olmaksızın kendi özgürlüklerini ilan edebiliyorlar." Kısa bir süre için duraksadı. "Aryan şehri birçok konuda ilkel yaşam şartlarına sahip olabilir fakat sistemin bizlerden çaldığı özgürlüğü, modern yaşamın göz kamaştıran teknolojileriyle değiştirebilirim."
Dudağımın kenarı hafifçe kıvrıldı fakat bu hareketim gerçek bir tebessüm niteliği taşımıyordu. "Fakat bütün suçlular Anasiyam'dan daha doğrusu sistemden kaçmak için buraya geliyorlar."
Korel panelle ilgilenmeyi bırakıp bir süre bana baktı. Yeniden işine dönerken "Monte." dedi. "Anasiyam'ın azılı suçluları şehirden kaçarak kendi düzenlerini Monte şehrinde kurdular. Baskının ve otoritenin buram buram hissedildiği bu şehirde doğru düzgün kanunlara rastlayamazsın ama yine de Anasiyam'ın kaçakları Monte'ye sığınıyor. Çünkü aslında gidebilecek başka hiçbir yerlerinin olmadığını onlar da biliyor. Gerçek birer suçlunun Aryan gibi kendi kanunlarına ve sistemine sahip bir şehirde uzun süre varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Burayı Monte ile kıyaslayamazsın."
Omuz silktim. "Aslında pek de umurumda olduğu söylenemez."
Panelle işi biten Korel bana dönerek "Sanırım onu düşünüyorsun." dedi.
Önce ne söylediğini anlamayarak "Efendim?" diye sordum.
"Yağız'ı." dedi. Boğazıma yeniden yerleşen yumruyu görmezden gelmeye çalışarak "Bunu konuşmak istemiyorum." diye fısıldadım. "Gerçekten."
Başını hafifçe aşağı yukarı salladı. Aniden modunu değiştirerek panelin önündeki pencereden içeri baktı. "Alana girdiğinde insan formunda hologramlar belirecek ve bu hologramlar sana ateş etmeye başlayacak. Seni vurmayı başardıklarında simülasyonda giyeceğin elbiseden dağılan sinyal yukarıdaki sağlık durumu göstergesini etkileyecek ve gücün sıfıra ulaştığında eğitim sona erecek. Alandaki bütün manevraların tek tek kayıt altına alınacak ve sürecin sonunda yapay zekâ senin için analiz grafiği oluşturacak. Böylece güçlü ve zayıf noktalarını kolaylıkla görebileceğimiz bir grafik elde etmiş olacağız." Kısa bir süre duraksadıktan sonra konuşmaya devam etti. "Kısacası hareketli hedefleri vurmaya çalışacaksın. Hepsi bu." Göz ucuyla bana baktı. "Merak etme seni fazla zorlamayacağım."
Elimi havaya kaldırıp "Hayır." dedim. "Bence zorlamalısın."
Benden bu cevabı bekliyormuş gibi dudakları yukarıya doğru kıvrılırken gururla, evet gururla bana baktı. "Yine de seni çok fazla yormak istemiyorum."
Şu durumda tartışabileceği kişilerden biri değildim. "Beni hafife almamanı öneririm." Katı ses tonum, dün gecenin üzerimdeki etkisinin hala sürdüğünün ve üzerime gelmemesi gerektiğinin açık bir göstergesiydi. Bunu istemeyerek de olsa kabullenmek zorunda kalmış ve simülasyon için giymem gereken giysileri sandalyenin üzerinden alarak sessizce bana uzatmıştı.
Duygusuz bir tonlamayla "Teşekkür ederim." diye mırıldandıktan sonra içerideki odaya geçip giyinmeye başladım. Viskon kumaştan yapılmış beyaz giysinin sağ ve sol yanında bir çift turuncu şerit yer alıyordu. Üzerime neredeyse tam oturan giysinin rahatsız edici bir gerginliği vardı. Zübde-i Tin'de verilen kıyafetlerin ne kadar konforlu olduğunu böylece daha iyi anlamış oldum.
Giyindikten sonra yeniden Korel'in yanına vardığımda onun da benimle aynı giysileri giydiğini gördüm. "Sen biraz alıştırma yaparken ben de son ayarlamaları yapayım." dediğinde itiraz etmedim. Alana girmek için kapıya yaklaştım ve orada durdum. Korel panelin başında bekliyordu. Cebimden çıkardığım özel bir iple saçlarımı sıkı bir atkuyruğu olacak şekilde topladıktan sonra Korel'e bakarak başımı hafifçe salladım. Artık alana girmeye hazırdım. Parmaklarını kullanarak üçten geriye doğru saydı.
3, 2, 1...
İşte başlıyoruz!
Kapıdan geçerek alana girdikten bir süre sonra turuncu renkteki hologram insanlar bana doğru ateş etmeye başladı. Hemen bir köşeye saklanıp yapacağım hamleleri kafamda toparlamaya çalıştım. Kendime siper ettiğim sütunun ardından göz ucuyla bakıp üzerime yaklaşan hologramları gördüm. Silahı kavrayıp derin bir nefes aldım. Ardından saklandığım köşeden çıkarak bana doğru yaklaşmakta olan hologramlara ardı ardına ateş ettim. Silahı her ateşleyişimde, bir hologram dağılarak kayboldu.
Kendime siper edeceğim yeni sütunun arkasına sığındığımda silahımı yeniden doldurmam gerekiyordu. Bu süre içerisinde bir başka hologram tarafından gafil avlanmamak için üç adet manyetik topu etkinleştirip alanın ilerisine doğru savurdum. Manyetik topların hologramları hareketsiz bıraktığı bu süre içerisinde silahımı yeniden doldurdum. Manyetik toplar gürültüyle ve peş peşe patlayıp bana bana birkaç saniye kazandırdıktan sonra yeniden kendimi gösterdim.
Korel'in camın ardından dikkatle beni izlediğini biliyordum. O da benim alan alıştırmasından kolaylıkla çıkacağımı biliyordu. Yapay zekânın üzerime salmış olduğu bir iki düşmanı kolaylıkla parçalarına ayırıyor olmakla hiçbir şeyi ispat ettiğim yoktu. Eğimli duvara doğru koşarak hedefime aldığım ve bana ateş etmekte olan üç hologramı da kolaylıkla parçaladım. Sıçrayarak duvardaki çıkıntıya tutundum, oradan balkona geçtiğimde alanda az sayıda hologram kalmıştı.
"Aryan'ın yapabildiği simülasyon bununla mı sınırlı?" diye bağırdım. "Beni böyle mi eğiteceksiniz?" Artık siper almaya ihtiyaç dahi duymadan iki hologramı daha yok ettim.
Korel panelin hemen yanına iliştirilen mikrofona yaklaştı. "Öyle mi dersin?" Birkaç tuşa daha bastığını gördüm. Bir çekmeceden iki küçük metal zımbırtı çıkardığında "Yapay zekâyı inaktif hale getirmenin zamanı gelmiş o halde." dedi. Ardından metal mıknatısları şakaklarına yerleştirdi. "Artık bütün hologramlar bana itaat edecek." Dudaklarım hafifçe yukarı doğru kıvrıldı. Korel panelden uzaklaşıp alana girdiğinde birbirimize bakıyorduk. Başımla onayladıktan sonra ardında tıpkı ona benzeyen 4 hologram daha belirdi.
Bir iki adım geri çekilerek Korel'in görüş açısından kaçındım ve arkamda bulunan masaya yaklaştım. El çabukluğuyla orada bulunan daha iyi bir silahı bacağımdaki kılıfa yerleştirdim. Manyetik bombaya uzanıp pimini çektim ve balkondan aşağı fırlattım. Muhtemelen Korel bu basit manevramdan kolayca kurtulacaktı ama zaten amacım onu gafil avlamaktan çok dikkatini dağıtmaktı. Ardından yakamı kaldırarak burnumu kapattım ve iki elime de sis bombası alarak yürümeye başladım.
Etrafımı saran yoğun sis beni görünmez kılarken hologramları belirgin hale getirmişti nitekim sisle aynı renk olan bendim. Sis bombasının birini sağ yanıma diğerini ise sol yanıma fırlatıp az önce bacağımdaki kılıfa yerleştirmiş olduğum silahı alarak karşımdaki holograma ateş ettim. Parmaklarımın ucundaki silahın sesi yerimi belli etmişti. Hafifçe tebessüm ederek balkonun korkuluğuna dayandım ve tek sıçrayışta aşağı atladım. Ayak tabanlarımın yere çarpmasıyla birlikte yerde bulunan toz havaya kalktı ve tok bir ses yankılandı. Sol dizimin üzerine çökerek siper aldım. Ben etrafı taramakla meşgulken hemen üzerimden bir ses duydum. Aniden ayağa kalkıp sırtımı duvara verdim ve balkondaki düşmanımdan saklanmaya çalıştım.
Kafamın hemen üzerindeki balkondan önüme doğru atlayan hologramı daha ayakları yere değmeden nişan almış ve onun da parçalanarak dağılmasını sağlamıştım fakat diğer hologram konusunda bu kadar şanslı değildim. Tıpkı Korel'e benzeyen -belki de gerçekten oydu- bir başkası beni vurmuştu. Hızla koşarak üst üste yığılmış kolileri andıran koyu renkli metallerin arkasına sığındım. Nefes nefese kalmış halde başımı kaldırıp can tablosuna baktım. Canımın büyük bir kısmı açıkta kalışım nedeniyle gitmişti.
"Sonsuza dek orada mı saklanacaksın?" Gülerek karşımdaki bir başka metalin arkasından beni izlemekte olan hologramı izledim. Ses arkadan geliyor fakat hologramdan beni izliyordu. Kör noktasını hedef almak için sese doğru atıldım ve gerçek Korel'i birkaç adımlık uzağımda yakaladım. Ardı ardına ateş ederken görüşünü çaldığı arkamdaki hologramdan tekrar kendine gelmeye çalıştı fakat ben daha hızlıydım. Canını epey azaltarak kolunun arkasına pustum.
"Bence de saklanmam senin için daha iyi gibi görünüyor." Kahkahası kulaklarımı doldurdu. "Ama kabul edeyim beni fena yakaladın Kutlay!" Tebessüm ettim. "Evet." diye fısıldadım. "Seni fena yakaladım." Fakat beni duymamıştı. Üzerime yeniden ağırlık çökünce olduğum yere çömeldim. Korel'i içimdeki öfke sayesinde kolaylıkla alt edebileceğimi biliyordum ama sahip olduğum öfke geçiyor yerini acıya bırakıyordu. Bu iyi değildi. Bir bacağımı uzatıp diğerini kendime çektim. Kafamı kolona yaslarken 'Şimdi pes etmenin sırası değil.' diyordum kendi kendime. 'Şimdi değil...' Fakat hemen sonra görüş açım karardığında soluğum yavaşladı. Daha önce okulda gördüğüm o gizemli adam burada da karşıma çıkmış, diğer kolonun ardından bana bakıp hemen sonrasında kaybolmuştu.
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Nabzımı hissediyordum. Derken birkaç silah sesi daha yankılandı. Oyun bitti. Hologramlar dağıldı ve karşımda yalnızca Korel'in sureti kaldı. Zorlukla yutkunurken kafamı kaldırıp onun yüzüne baktım. Yine oluyordu, zihnim kontrolden çıkıyordu. "İyi misin?" diye sorarken telaşlı görünüyordu. İyi olduğumu başımı aşağı yukarı sallayarak ifade ettim, fakat bu tümüyle yalandı.
Ardımdaki kolondan destek alarak ayağa kalktım. Dalgın ve sarsılmış göründüğümü bilsem de usulca "Ben biraz hava alayım." diye mırıldandım. Korel benimle gelmek istediğini söyleyecekti ki elimi havaya kaldırıp onu susturdum. "Yalnız kalsam daha iyi olur." Ona tam anlamıyla güvenmediğim gibi beni atak geçirirken görmesini de istemiyordum. Başıma gelecek olanı tek başıma savuşturmanın en iyisi olduğunu düşünüyordum. Tüm bedenim kas katı kesilirken usulca yanından sıyrılıp dışarıya çıktım. Temiz havayı ciğerlerime doğru çekerken ağaçların kıpırtısını seyrettim. Rüzgârın uğultusu rahatlatıcıydı.
Güneş'in yakıcı sıcağından kaçıp ağacın gölgesine sığındım, kafamı gövdesine yaslayıp gözlerimi yumdum. Bu hareketim bana unuttuğum gerçeği bıçak gibi keskin bir şekilde hatırlatmıştı: Yağız'ı. Düşünmek acı veriyordu, hayal etmek yasaktı. Derin bir nefes alarak düşünceleri savuşturma çabasına giriştim fakat iç sesim karşıma dikildi ve 'Yağız ölüyor ha?' diye fısıldadı. 'Sonsuza dek onu bekleyebilirdin değil mi? Ama bak, beklesen bile olacakları değiştiremeyeceksin!'
Dizlerimi kendime çekip saçlarımı dolayan ipi çıkarıp yeniden cebime soktum. Boş gözlerle toprağa bakarken "Düşünmek istemiyorum..." diye fısıldadım. "Canım yanıyor." Kafamı iki elimin arasına alıp parmaklarımı saçlarımın arasına geçirdim. "Neden böyle oldu?" Burnumu çekerken kafamı kaldırıp dalların ve yaprakların sakladığı gökyüzünü görmeye çalıştım. Güneşin ışığı yüzüme çarptı, gözlerim kısıldı.
Baş dönmesi şiddetlenince renkler birbirine karıştı. Kafamı indirip karşıya bakmak zorunda kaldım. Sanki sallanan ben değil de dünyaydı. Toprak zemin altımdan kayarak uzaklaştı. Ensemden bedenime doğru bir ürperti yayıldı, ürpertiye bir fısıltı eşlik etti. "Uyanmalısın Kutlay." Yavaşça gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Sakinleşmeye çalışırken ağacın gövdesine dikkat kesildim, çimenlerdeki yeşilliğe, burnuma dolan o leylak kokularına...
Kendime gelebildiğim kadarıyla ayağa kalkmayı başardım. Yalpalayarak toprak yolda yürümeye çalıştım. Ayaklarım taşlara çarpıyor ve onları uzak noktalara doğru savuruyordu. Leylak kokusu giderek artarken mor renkli çiçeği aradı gözlerim ancak bunun ötesinde bir şey buldum: Mor çiçeklerin arasındaki anıt mezarıydı.
İçime ok gibi saplanan acıyla birlikte korkuya kapıldım. Bedenim adeta manyetik bir dalganın etkisinde titriyormuş gibiydi. Kollarımı bedenime sardım. Ardından gözlerim anıt mezara sabitlenmiş halde kalabalığın uğultulu seslerine dikkat kesildim fakat hiçbir kelimenin anlamı yoktu ya da ben anlayamayacak kadar sersemlemiş haldeydim, emin olamadım.
Mezarda yatan kişiyi merak ederek öne doğru ürkek birkaç adım attım. Sesler gibi orada bulunan insanların da suretleri net değildi. Görüş alanımda tek netlik kazanan görüntünün leylakların süslediği tabutun olması bedenime şiddetli bir elektrik dalgasının yayılmasına neden oldu. Bu acı dolu sahnenin içinde yer almamak ve kaçıp kurtulmak istedim.
Mezarla arama giren karartı gözlerimi kısarak ona odaklanmama neden olduğunda tanıdık bir suretle karşılaştım. Anlayabilmek için birkaç kez gözümü kırpıştırmam ve kafamı hafifçe sağa yatırmam gerekmişti. "Korel?" diye fısıldadım ya da fısıldamaya çalıştım. Başımdaki şiddetli zonklama ve görüntülerdeki belirsizlik gerçeklik algımı darmaduman etmişti.
Korel'in kızaran gözleri merakla beni süzerken orada bir parıltı yakaladım. Dudaklarının aralanarak ismimi telaffuz edişi ağır çekimde gerçekleşti. Ayakta zor duruyordum fakat yine de "Kimin mezarı bu?" diye sordum. Sesim parçalanarak dağıldı fakat ısrarla konuşmaya çalıştım. "Orada kimin bedeni yatıyor?" Yakasından tutup onu geçmeye ve mezara ulaşmaya çalıştım. Ani bir hareketle kolumun altına girerek beni yakaladı. Düşmek üzere olduğumu ancak fark ettim. Parmaklarını yüzüme yaklaştırıp hafifçe yanağımı okşadı. "Ne yapıyorsun?" diye sordum. Sesim kızgın bir tona bürünemeyecek kadar yorgundu fakat kaşlarım çatılacak kadar güçlüydü.
Yüzümdeki elini yavaşça çekip "Hiç." dedi. Zorlukla yutkunduğunu hissettim. "Hiçbir şey." Durdu ve dişlerini birbirine sıkı sıkıya bastırdı, bunu çene kaslarının kasılışından anlamıştım. Ardından çehresini bana dönerek "Uyanmak zorundasın." dedi ve ben işte o zaman karmaşanın asıl sebebini anlayabildim.
Gözlerimi yeniden kapattım; sıkı sıkıya.
Boşluk beni belimden yakalayarak içine doğru çekti. Nefesim kesildiğinde irkilerek yeniden gözlerimi açtım. Korel'in sureti tekrar belirdiğinde bu kez korku dolu gözlerle inceliyordu beni ve bu kez mezar yoktu. Fakat hala bana uyanmam gerektiğini haykırıyordu. Nasıl yapacağımı bilmiyordum. Neredeydim ben?
Dudaklarımı birbirine bastırıp düşüncelerimi zihnimde toparlamaya çalıştıktan sonra "Uykum var..." diye mırıldandım. Fakat bu sözlerim ona ulaştı mı bilmiyor, hiç bir şeyi hissedemiyordum. Yalnızca uykuya teslim olmak istedim. Işıklar sönerken kendimi rahat bırakıp içimde kalan son nefesi de dışarıya verdim.
Karanlık. Karanlığın sonunda çarpıcı bir ışık patlaması yaşandı. Gözlerimi ovuşturarak ışığa odaklandım. Beni çeken tarafa doğru attım adımlarımı. Yavaş yavaş ilerlerken ayakkabılarımın ucunda dalından koparılmış bir leylağın durduğunu fark ettim. Dizlerimi kırarak eğildim ve parmak uçlarımla sapından yakaladım. Ardından çiçeği burnuma götürüp kokusunu içime çektim. Çocukluğumu anımsatan koku etrafımdaki bölük pörçük görüntülerin netlik kazanmasını sağladı. Bir anıt mezarın başındaydım. Gözlerimi kısarak anıtın üzerindeki yazıyı okumaya çalıştım fakat ne yaparsam yapayım yazıları okuyamıyordum.
Parmaklarımın arasındaki çiçeğe baktığımda hafifçe tebessüm ettim. "Sanırım bu sana ait olmalı." Uzanıp anıtın üzerine çiçeği bıraktıktan sonra geri çekildim. Aniden sağ yanımda karartılar içinde bir siluet belirdi. Kalbim göğüs kafesimden çıkarak boğazıma kadar yükseldi. Benimle birlikte anıta bakmakta olan maskeli adama dönecek kadar kendime güvenmiyor, ondan ise korkuyordum.
"Bu anıt mezarın kime ait olduğunu biliyor musun?" diye sordu. Başımı iki yana sallamaktan başka bir şey yapamadım. "Anıt mezarın senin için oldukça önemli birine ait olduğunu düşünmeni istiyorum. Bir an için böyle düşün çünkü o anıt benim çok değer vermiş olduğum birine yapıldı. Benimle aynı hisleri paylaşmanı istiyorum." Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı. "Aldığımız her nefes onun kesilen soluğuna ait."
Zorlukla yutkunmayı başararak "Kimdi o?" diye sordum. Fakat o, benim sorumu es geçerek "Yağız'ın ölmesine izin vermek zorundasın." dedi. Onun bu sözleriyle birlikte çenemi dikleştirip korkularımı yuttum ve ölümcül bakışlarımı ona çevirdim. "Onun yüzünden ölmene izin vermeyeceğim, Kutlay." İsmim dudaklarından ölümün soğuk nefesi gibi dökülüp yayılırken sözleri zihnimde defalarca kez yankı buldu. Anlam karmaşası giderek artarken nerede olduğumu sorgulamayı bırakmıştım. O ise doğruca anıta bakıyordu.
"Bu..." dedim dişlerimin arasından. "...sana düşmez." Tane tane vurgulayarak öfkeyle konuşmuştum.
"Onu seviyor musun?" diye sorduğunda sesi dümdüz bir tonda fakat uzaklardan geliyordu.
"Evet." dedim kararlılıkla. "Onun ölmesine izin vermeyecek kadar çok hem de." Hızla inip kalkan göğüs kafesim sıkıştı.
"Onu kurtarmak için yapabileceğin hiçbir şey yok." Bu kez yüzünü bana çevirdi. Maskesindeki kırmızı parlak ışık gözlerimi kamaştırdı. "Ölmesine izin vermek zorundasın." dedi yeniden. "Yağız'ı seviyorsan, o senin katilin olmadan önce gitmesine izin vermelisin. Sizin kaderinizde birlikte olmak yok. Bunu kabul et."
Maskeli adama karşı bastıran bu yoğun korku adımlarımın ondan uzaklaşmak için geriye sarmasına neden oldu. "Yağız!" Bir çığlık, bin farklı kişinin dudaklarından aynı anda yükselmeye başlayınca kulaklarımı iki elimle birlikte kapattım. O sırada benim de o bin kişiden biri olduğumu fark ederek yatağımda doğruldum. Nefes nefese kalmış halde etrafıma bakındım. Yüksek sesle bağırarak uyanmış olmam hem Yağız'ı hem de Talya'yı korkutmuştu. Korel oturduğu taştan kalkarak bana doğru yaklaştı.
Yağız üzerime eğilmiş korku dolu gözlerle bana bakıyordu. "Buradayım."
Talya uzanıp elimi sıkıca tuttu. "Neler olduğunu anlatmak ister misin?" Ellerimi tutan genç kızın samimiyetine inanmayı seçtim. Şu anda allak bullak hale gelen zihnimi daha fazla yormak niyetinde değildim. Düşüncelerimi saran zehri akıtmam gerekiyordu. Bu nedenle en son nerede olduğumu ve neler gördüğümü hatırlamaya çalıştım. "Tam olarak bilmiyorum." diyebildim sonunda. "Kimsenin yüzünü göremedim. Ama onu gördüm." Kafamı kaldırıp Yağız'a baktım. "Yeniden o adamı gördüm Yağız." Kimden bahsettiğimi anlamış ve kaşlarını çatmıştı. Niyetim onu korkutmak değildi fakat kendimi gördüklerimi söylemek zorundaymış gibi hissediyordum. Derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalıştım. Talya ise aramızdaki konuşmaya yabancı kalmıştı. Genç kızın yüzüne yayılan endişeyi gördüğümde ister istemez ben de endişeleniyordum.
Yeniden genç adama baktım. "Gerçekliği kaybediyorum Yağız. Eğer rüyadaysam rüyada olduğumu nasıl anlarım?" Gözlerimdeki bakışın 'gel kurtar beni' diyerek yalvardığına emindim.
Yağız Korel ile Talya'ya bakarak bizi yalnız bırakmalarını ifade eden bir bakış gönderdiğinde iki genç birbirine baktıktan kısa bir süre sonra anlayışla bizi yalnız bırakarak mağara odasından çıkıp gittiler. Korel'in çıkmadan önce son bir kez bana baktığını ve çıkarken tereddüde düştüğünü hissetmiştim. Gördüklerimin etkisiyle zar zor yutkundum ve bütün bedenimin kasıldığını hissettim. Yatağın içinde bağdaş kurduğumda Yağız yanıma oturdu. Kendime gelmek için biraz daha bekledikten sonra konuşmaya başladım. "Bir cenazeye katıldığımı gördüm." Boğazıma bu cümlemle birlikte kocaman bir yumru oturuverdi.
Yağız durumu hemen anlayarak geriye doğru çekildi ve kaşları havaya kalktı. "Ama bunun gerçek olmadığını biliyorsun?"
"Kısmen de gerçek."
"Tabuttaki ben miydim peki?" diye sordu. Başımı iki yana salladım. "O halde sorun nedir?"
"Yaşanacaklar!" dedim öfkeyle. Gözlerimden akıp giden yaşları durduramıyordum. "Neden beni terk etmek zorunda olduğunu düşünüp duruyor, kime kızmam gerektiğini bilmiyorum. Öfkemin asıl muhatabı nerede? Neden bizim için var olan bir geleceğin olduğuna inancım yok? Biliyor musun tüm bunlar beni daha çok hasta ediyor. Dengemi tamamen kaybettim. Gerçekliği de yavaş yavaş yitiriyorum çünkü gerçek dünya seni benden çalıyor ve ben bu delirmiş dünyaya daha fazla tahammül edemiyorum." Ağlama isteğimle birlikte dudaklarımı sıkıca birbirine bastırıp sustum. Çenemin titreyişine dahi öfke duyuyordum. Bedenim komutuma göre hareket etmiyor, ağlamak istemiyor olmama rağmen bana karşı isyan ediyordu.
Genç adam uzanıp saçlarıma ufak bir buse kondurduktan sonra çenesini kafama yasladı. "Ben gittikten sonra en çok da senin kendi zihninde kaybolmandan korkuyorum." diye fısıldadı. "Lütfen..." diyerek devam etti sözlerine. "...tekrar kaybolduğunda gözlerini kapatıp uykuya bırak kendini. Rüyada uyursan gerçeklikte uyanırsın. Benim için, gerçekliğin ellerinden kayıp gitmesine izin verme."
Kafamı omzuna yaslayıp derin bir nefes aldım. "Bilmiyorsun." dedim. "Bir gün rüya içinde rüya görmeye başlayacağım. Sonra gerçekliği tamamen yitireceğim ve uyandığımı sanıp hiç uyanamayacağım. Ve aslında uyuduğum o gün ölmüş olacağım." Boğazımdaki baskı şiddetlendi. "Ama ziyanı yok, o vakit seninle sonsuzlukta buluşuruz."
"Yaşa." diye fısıldadı kulağıma eğilip. "Benim gibi yaşama hakkı elinden alınanlar için de yaşa.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Gece Tutulması
Science-FictionThe Wattys 2016 Çığır Açanlar Kazananı Dex İlk Romanım yarışması üçüncüsü 'Bebeğin için bir aile buldum. Onlara bebeğinin bir gün seni bulmak için Zübde-i Tin'e gitmesi gerektiğini söyle. Sevgilerle K.' Şizofreni hastası bir genç kızın, bu notla bi...