''Seni buraya mı aldılar?!''
Tamam durumumuzun çok da iyi olmadığını biliyordum ama yeteri kadar lüks mekan görmüştüm. Ama burası..
Başkentin en gösterişli otellerinden birinin giriş katındaki restoran/bar, ultra lüks bir mekandı. JungKook'un üstündeki üniformaya baktım. Muhtemelen evdeki tüm kıyafetlerimin toplamından daha pahalı olmalıydı.
''Bugün ilk iş günüm, bunu mahvetmeyin lütfen.'' Çalışanlar için ayrılmış odada -aslında bildiğiniz başka bir evren gibiydi ama nedense oda diyorlardı- toplanmıştık. Demek JungKook'un okuldan sonra çalışacağı mekan burasıydı.
Sung, ''Aslında öğle arasında söylediğinde senin bir pastacıda falan işe başlayacağını sandım, ama burası.. Vay anasını dostum, parası iyidir,'' dedi. JungKook ise ona sıkılmış bir bakış attı. ''Patronlarının o kadar iyi olduğunu sanmıyorum,'' dedi bizi odadan kışkışlarken. ''Gece geç saatte çıkacağım, siz eğlenmenize bakın.''
---
Karın yağmasını izlemek her zaman hoşuma giden bir şeydi, hepsi birbirinden farklı küçük beyaz tanelerin süzülürcesine düşmesi.. Olağanüstüydü. Tabii benim onları izleyip önüme bakmadan yürürken düşmem o kadar da olağanüstü sayılmazdı.
''Ah, kuyruk sokumum,'' diye sızlandım. Dikkatli bir şekilde yerden kalkarken yer yer beyazlamış olan çimenlerin kayganlığından şikayet ediyordum. Keşke bu hava için daha uygun ayakkabı seçseydim diye iç geçirdim. Diğerlerinden ayrılıp eve gideceğimi haber verdikten sonra hiç vakit kaybetmeden evin yolunu tutmuştum. Ana sınavlar yaklaşıyordu, çalışmaya başlamamın daha iyi olacağını düşünmüştüm.
Kestirme sayabileceğim ara sokağa girerken araba seslerini arkamda bırakmıştım, hava saatler öncesinden karardığı için sokak lambaları yanmaktaydı, bu da karanlık-ara-sokaklar-tehlikelidir diye bağıran iç sesime karışı ama-bu-sokak-aydınlık diye karşı çıkmamı kolaylaştırmıştı.
Ellerimi, dizlerime kadar gelen şişme montumun ceplerine soktuktan sonra atkımı Dae'nin çantasında bıraktığımı hatırladım. Burnum çoktan rahatlıkla bir sirke davet edebilecek kadar kızarmış olmalıydı. (Sirkimizde çalışmaya ne dersiniz, Bayan Kırmızı Burun?) Sağ tarafta 7-Eleven mağazası görüp içere girmeye karar verdim. Belki birkaç atıştırmalık alıp çalışmaya yarın başlarım diye düşünüyordum. Alışveriş sepetinin içine canımın istediği her şeyden doldurdum - cipsler, bir sürü çikolata, sodalar, yeni çıkmış ilginç soslu kraker, meyveli yoğurt ve nicesi...
Kasadan geçirip hepsini bir poşete koyduktan sonra mutlu bir ifadeyle mağazanın çıkışına doğru yöneldim. Geçenlerde bir müzik programında duyduğum ve acayip şekilde ağza dolanan şarkının nakaratını mırıldanarak köşeye dönmeyi hazırlanırken kocaman bir şeyin bana çarpmasıyla tüm mutluluğum patlamış balon gibi yok oldu.
''Of ya, bu ikinci oluyor,'' dedim kendimi tekrar yerde bulduğumda. Çarpmanın etkisiyle elimdeki poşet iki metre ileri fırlamıştı ve yoğurdun kapağının açılığını gördüm. Aksi şeytan.
''Affedersiniz, bir şeyiniz yok ya?''
Sesin geldiği tarafa baktım. Uzun boylu bir çocuk kalkmama yardımcı olmak için elini uzatmış bana bakıyordu. Yüzünün yarısını kalın bir atkının ardına gizlediği için yaşıyla ilgili tahmin yapmam güçleşmişti. Gerçi yaşını bilip ne yapacaktım ki? Muhtemelen kalça kemiğim önümüzdeki bir hafta boyunca sızlayacaktı.
Uzattığı eli itmenin kabalık olacağını düşündüğümden sıkıca kavradım ve beni kaldırmasına izin verdim. ''Bir şeyim yok bayım, ama bir dahaki sefere önünüzü daha net görebilmek için o atkıyı biraz daha indirmeyi deneyin.'' Canımı yaktığını göz önünde bulundurursak, konuşmamdaki alaycı tınıya müsaade edebilirdim.
''Yerinde bir tavsiye,'' dedi düşürdüğüm poşetimi yerden alırken. Yoğurdun kapağını düzgünce kapatıp yerine yerleştirdi. Şanslıydı ki jelatin kağıdı yoğurdun yola saçılmasını engellemişti, yoksa alaylı konuşmadan daha fazlasıyla karşılaşırdı.
Önüme gelip poşeti bana doğru uzattı. ''Ben Shouta.''
Poşeti tutarken doğru duyup duymadığımı düşündüm. ''Şey- Teşekkürler.''
Kafamın karışmasını komik bulmuş olacak ki küçük bir kahkaha attı. Bunu yaparken gözleri kısılmıştı. ''Evet, evet. Doğru tahmin. Ben Japon'um.''
''Ben de JungJi. Kendine iyi bak Shouta,'' dedim hızlıca yanından geçerken. Eve gidip yemek yemek istiyordum, bu da beni daha hızlı yürümemi sağlıyordu.
''Görüşürüz, JungJi,'' diye arkamdan bağırdığını zar zor duydum. Kocaman bir başkentin dandik bir ara sokağında denk geldiğim sıradan bir Japon'la bir daha ne zaman görüşecektim ki böyle bağırmıştı, anlayamadım. Belki de bunun nedeni cipsleri gereğinden fazla düşünmem de olabilirdi.
Telefonumu çıkarıp JungKook'a kısa bir mesaj attım.
Sen millete yemek taşırken evde atıştırmaların tadını çıkarıp televizyon izliyor olacağım. Ağlamamaya çalış.
Gönder tuşuna bastıktan sonra sağa doğru döndüm ve evimizin giriş basamaklarını çıkıp anahtarı aramaya koyuldum. Tabii ki elimi küçük yandan asmalı çantama atınca nedense bir türlü anahtarı bulamamıştım. Sinirden dişlerimi birbirine bastırırken çantamın içindekileri verandaya boşalttım ve küçük anahtarı hızlıca kapıp kapıyı açtım. Geniş holün ışığını yaktıktan sonra çantamı toparlayıp poşetle birlikte kapının yanına bıraktım ve kapıyı kapadım.
Oturma odasının ışığı kapalı olsa da içeriden kısık seste televizyon sesi geliyordu. Amcam yine uyumuş olmalıydı. Montumu çıkarıp askıya astıktan sonra televizyonu kapamak için oturma odasına doğru yöneldim. Ama içeri girdiğimde dikkatimi çeken televizyon değildi, ya da küçük yer masasının üstüne saçılmış olan gazete kağıtları. Amcam, yerde hareketsiz bir şekilde yatmaktaydı.
Y/N: Yeni hikayenin baş karakteri Jimin. Ama içinde Tae de var bu sefer, belki JungKook da olur hatta! Takipte kalın, en kısa zamanda yeni hikayenin ilk iki bölümünü yayınlayacağım. Hepinize kucak dolusu sevgiler! :)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bir tutam kurabiye
FanficÖnüme biri sade biri çikolatalı kurabiye konulsa, ben ilk sadeyi yerdim. Çünkü biliyordum ki en sevdiğim sona kalmalı. Böylelikle daha çok haz alabilirdim. İşte başıma gelen de tam böyle bir şey. Sanki sade olan kurabiyeyi yemişim de hayat karşıma ç...