Final
Hani şu macera filmlerinde ormanda ilerlerken sık çalılıkları ve yaprakları keserek yol açan tipler vardır ya, şu an yanımda bir tane olması için birçok şeyden vazgeçebilirdim. İçimden Indiana Jones filmleri burada mı çekilmiş acaba diye geçirirken yaklaşık beş dakikadır yürümeye çalıştığımın farkındaydım. En son eve gitmek üzere otobüsten keyifsiz bir şekilde inmiş, hemen ardından JungKook'u evin yanındaki tenha ormanın içine doğru yürürken görmüştüm. En son aramızda geçen utanç verici -kabul edin, öyleler- olaylardan sonra konuşmamıştık, bu beni açıkçası oldukça rahatsız ediyordu.
Kol saatime göz attım. Yakında güneş batacaktı ve ne olursa olsun soğuk olacağı belli bu Kore gecesini bir ormanın içinde yalnız başıma istemezdim. Ayı olduğunu sanmıyordum ama kurt olması muhtemeldi.
Patikayı çapraz mızraklar gibi kapamış iki dalı yana çektikten sonra önümde açık bir arazinin olması derin bir nefes almama vesile oldu. En azından artık ağaçlarla uğraşmayacaktım. Güneşin batmaya yakın ışıkları geniş arazinin üstüne vuruyordu. Bakım yapılmamasına rağmen sağlıklı görünen yeşil çimenlerin aralarına saçılmış yüzlerce papatya ortaya izlemesi oldukça zevkli bir görüntü çıkarmıştı. Uzun çam ağaçlarıyla çevrili güzel bir açıklıktı ve insanın kendini güvende hissetmesini sağlayacak açıklayamayacağım bir auraya sahipti.
Bu yüzden JungKook'un açıklığın ortasındaki yaklaşık yarım metre yüksekliğindeki tuhaf çıkıntıya sırtını dayamış müzik dinlerken gördüğümde şaşırmadım. Benim de canım sıkkın olsa herhalde koşarak buraya gelirdim diye düşündüm. Sol arka tarafında kaldığım için beni görme ihtimali oldukça zayıftı, o yüzden rahat bir şekilde arkadan yaklaşabilirdim. Tabii onu korkutmak gibi bir amacım yoktu, ruhunu teslim etmesini istemeyeceğim kadar genç yaştaydı, o kadar acımasız değildim.
Aramızda çok az bir mesafe kalana kadar yaklaşıp yanına çömeldim. Gözleri kapalıydı ancak bir şey düşündüğü çok belliydi. Kaşlarını çatmıştı ve iki kaşının ortasında bir çukur oluşmasına neden olmuştu. İç geçirdim. Buraya röntgencilik yapmaya gelmemiştim sonuçta.
Elimi yavaşça kaldırıp belirginleşen çizginin üstüne işaret parmağımı koydum.
Çoğu şeyin yeri ve zamanı vardır. Mesela yüzmeye çoğu zaman kışın gidilmez, ya da eksi on derece havada kısa kollu tişört ile dışarı çıkılmaz. Bunlar oldukça mantıklı şeyler, öyle değil mi? Ben de az önce bu listeye altın harflerle yazılması gereken başka bir madde daha eklemiştim.
Sakın dinlenmekte olan JungKook'a ani dokunuşlarda bulunmayın.
Yarı uyur pozisyondaki JungKook'un görüntüsü yerini saliseler içinde turuncu gökyüzüne bırakmıştı. Bulutlar, güneşin son ışıklarında değişik renklere bürünüyorlardı ve hafifçe soğuk esmeye başlayan rüzgarla birlikte güzel bir kombinasyon oluşturuyorlardı. Üstüme çıkmış ve kollarımı sertçe iki yana dayamış JungKook ise bu kombinasyondaki yutan elemanı oynuyordu.
Suratıma mahcup bir ifade yerleştirip yüzünü incelemeye başladım. Beni pekala yabancı biri sanmıştı ve bu çok normaldi. Aynısı bana yapılsa korkudan bayılabilirdim hatta. Benim olduğumu yaklaşık üç saniye sonra anladı ve ilk tepki olarak şaşırdı. Daha sonra tekrar kaşlarını çattı ve yan tarafa yuvarlanarak üstümden kalktı. Sonra onu ilk gördüğüm pozisyonu aldı ve beni çimenlerin içinde uzanır durumda bıraktı. Uzandığım yerden yavaşça doğrulup ona bakmayı sürdürdüm. Kafasını yan tarafa çevirmiş yavaşça sallanan ağaçları izliyordu.
''Neden bana bakmıyorsun,'' dedim yavaşça. Rüzgar saçımın birkaç tutamını inatla görüş alanıma sokuyordu ancak müdahale etmemeye karar vermiştim. Şu an ciddi kızı oynuyordum. Kelimeler ağzımdan çıktıktan sonra bir müddet daha sessizlik oldu. Müziği durdurmuştu ve kulaklıkla oynamaya başlamıştı. Sonra kafasını yavaşça bana doğru döndü, onu tanımasam utanıyor derdim.
''İç çamaşırın gözüküyor.''
Ağzımı açmakla vakit kaybetmesem durumu daha çabuk kavrayabilirdim. İşte tam o zaman gayet rahat bir oturuş biçimiyle karşısında durduğumu fark ettim. Elimle hemen açık yerleri kapatarak utancımı gizlemeye çalıştım. Yanaklarım kızarmıştı ve yanaklarımın kızarmasından nefret ederdim, hay aksi şeytan.
Alçak sesle bir küfür mırıldandıktan sonra yanındaki boşluğa sırtımı yasladım ve dudaklarım sinirden gerilmiş bir halde dümdüz karşıya bakmaya başladım. Bunu direkt söylemek yerine daha az utanç verici yollarla da ima edebilirdi ama hey, burada söz konusu olan JungKook'tu, o yüzden şansıma çok önceden küsmüştüm.
Hafifçe sırıtırken tek kulaklığı bana uzattı. Önce uzattığı kulaklığa, sonra da yüzüne baktım. Kaşları beklentiyle yukarı kalkmıştı. Bunun 'bana biraz zaman tanı' anlamına geldiğini düşünüyordum. Uzattığı kulaklığı alıp kulağıma yerleştirdim. Güneşin batışını izlerken Led Zeppelin dinlemenin sevdiğim çocukla otururken bu kadar huzur vereceğini hiç bilmiyordum. Hayat beni şaşırtmaya devam ediyordu anlaşılan.
*Dinledikleri şarkıLed Zeppelin - Stairway To Heaven
ŞİMDİ OKUDUĞUN
bir tutam kurabiye
FanfictionÖnüme biri sade biri çikolatalı kurabiye konulsa, ben ilk sadeyi yerdim. Çünkü biliyordum ki en sevdiğim sona kalmalı. Böylelikle daha çok haz alabilirdim. İşte başıma gelen de tam böyle bir şey. Sanki sade olan kurabiyeyi yemişim de hayat karşıma ç...