Titreyen telefonunu bir kez daha sabrının son damlasıyla sessize alıp ellerini siyah saçlarından geçirdi.Karşısında onu içine çekmek istermiş gibi yükselip alçalan dalgalara o kadar uzun süredir bakıyordu ki,balık gibi hissetmeye başlamıştı.Kendini,ne zaman sokağa atsa adımlarının sonunda, bu deniz kenarında buluyordu.
Karaya vurmuş bir balıktan ne farkım var ki?
Tıpkı bir balığın karaya çıktığında yaptığı gibi soluk almaya çalışıp canını daha çok yakıyordu.Kabullenip kaybolması gerekirken,ısrarla nefes alıp solungaçlarını açıp kapatıyor ve çırpınıyordu.
Bırakmam gerekiyor...
Oluruna ya da bitişine.Bir şekilde bırakmam gerekiyor,diye tekrarlıyordu kendine.
Her seferinde avcunda sıktığı bu kolyenin eline batışıyla anılarının onu terk etmeyişinden nefret ediyordu.Her seferinde dudaklarının arasından acı dolu bir küfür çıkıp dalgalara ulaşıyordu.Ama yine de avucundaki denizkızı kolyesini bir türlü bırakamıyordu bu dalgalara.Ona acıdan başka bir şey vermeyen bu kolye,artık atılması gereken her bir anıyla birlikte içini ağrıtıyordu.
Rüzgarın can yakıcı şiddeti havanın git gide soğuması,onu etkilemiyormuşçasına derin bir soluk çekti içine.Ciğerlerine doldurduğu şey ne zaman gerçek bir yaşam gibi hissettirecekti ona?
Soğuktan nefret ediyordu,bu deniz kenarından nefret ediyordu,kendinden...En önemlisi de buydu,kendinden nefret ediyordu.Hiç bırakıp gidemeyeceği,her zaman birlikte yaşamak zorunda olduğu kendinden nefret eden bir insan nasıl yaşardı?Her sabah en büyük kiniyle uyanıp nasıl her gece nefretine sarılıp uyuyabilirdi?
Tekrar titremeye başlayan telefonu boşta olan eliyle cebinden çıkardı ve kız ısrarla aramaya devam ettiği için gözlerini yumup ve sakinleşmeyi bekledi.Söylediği yalanlarla artık baş edemiyordu,ama öyle bir yerdeydi ki doğruları da söyleyemiyordu.Denizin tuzlu kokusu genzini yakarken,yalnızca telefonun titreşimi kaybolana dek öylece durdu.Üşüyen bedenine aldırmadan,sorumluluklarından bir dakika daha kaçabilmeyi diledi.
Çünkü biliyordu,yine avuçlarını yakan ruhani acıyla,anılarından kurtulamamanın ağırlığıyla yaşamak zorunda olduğu hayata geri dönmesi gerekiyordu.
"Yalvarırım in-eo,artık yaşamama izin ver."
Kendi sesini bu kadar güçsüz duymayalı çok uzun zaman olmuştu.Kendiyle konuşmayalı.Acizliğini saklamayı bırakmayalı.Min Yoongi böyle ağlamayalı uzun zaman olmuştu.Gözünden süzülen yaşın soğukla birleşip canını daha çok yakmasına müsaade etmeyeli,çok uzun zaman olmuştu.Bir avucunda titremeye başlayan telefon ve diğerinde onu güçsüz düşüren bir denizkızı kolyesi.
Karla karışık yağmurun inmeye başladığı bu deniz kenarında.
Saat 22:57
Ayağının altında kıpırdanan ufak taşların çıkardığı sese ek dalgaların uğultusu,ve biraz da rüzgar.
Min Yoongi,sessizliğin kendisini yalnızca bir dakika daha güçlendirmesi için kapattı gözlerini.Açtığında tekrar mutluymuş gibi davrandığı hayatına dönmesi gerekiyordu.Yalnızca bir dakika daha... Ve...O sırada-
*****
Topuklu ayakkabı giymekten nefret ediyorum.Üzerimdeki bu dar rahatsız elbiseden nefret ediyorum.Arkadaşlarımın aptal erkek arkadaşlarından nefret ediyorum.Bu ışıklı gürültülü mekanda mutluluğu arayacak kadar aptal olduğum için kendimden nefret ediyorum.İçki kokusu sinen saçlarımdan nefret ediyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Blue Morn ☁ myg
FanfictionMavinin soğuğu temsil ettiği bu yalancı dünyada,mavi ateşin en sıcak ateş olduğundan bihaberdim. 'Madrugada' "Hm?" 'Şafak sökmeden önceki an,gece mi gündüz mü anlaşılmayan o an,portekizcede madrugada demek' Gü...