-40-
Hastaneye vardığında arka koltuktan dosyalarını alıp aracından indi. Yol boyunca bugün başına gelen tüm tuhaflıkları düşünmekle meşgul olmuştu. Aldığı ölüm haberleriyle rahatlaması gerekirken şüpheci yaklaşıyordu. Haksız da sayılmazdı, hiçbir zaman tesadüflere fazla inanmamıştı ve bu yaşadıkları da tesadüf olamazdı. Başına bela olan iki adamın birdenbire ortadan kaybolup ölmesi bir tesadüften ibaret değilse, korkmalı mıydı? Hiç kimse durduk yere birine iyilik yapmazdı. Eğer biri kendisine iyilik olsun diye Abdülhan Ağa'yı ve Haşim'i öldürdüyse mutlak surette bir gün ortaya çıkıp bu iyiliğin karşılığını alırdı. Şayet tüm bu yaşanan saçmalıklar tesadüften başka bir şey değilse rahatlayacaktı. Sırrının yalnızca ölen adamların arasında kalmış olması için de dua edecekti. Bunun bir trafik kazası değil de kaza süsü verilmiş bir cinayet olduğunu kanıtlayamazsa yapacak başka bir şeyi yoktu çünkü.
Odasına girdiğinde tüm dosyaları masasına bıraktı ve yoldan almış olduğu gazeteyi kolunun altına sıkıştırarak koltuğuna oturdu. Kapı çaldığı an "Gir..." dedi usulca. Gelenin Uğur'dan başkası olmadığını biliyordu. Zırvalayıp kafasını şişirmesine müsaade etmeden "Bana bir kahve getirir misin?" diye sordu. Ancak bugün diğer zamanlardan farklı bir şekilde asistanı ne gevezeydi, ne de meraklı... Bu duruma hayret etse de sıradan bir ses tonuyla yalnızca "Senin neyin var böyle?" diye sormakla yetindi.
"Hocam... Gerçekten özür dilerim."
Alt dudağını ısırarak kendisine mahcup bakışlar yollayan genç adama "Ne için?" sorusunu yöneltti. "Ne oluyor Allah aşkına?" Asistanı korkuyla gözlerini kapatarak işaret parmağıyla elindeki gazeteyi işaret ediyordu. Bir şeyler olduğunu sezen genç kadın, gazeteyi kurcalamaya başladığında Uğur suçlu bir ses tonuyla "6. Sayfa." diye ekledi. Anlık bir biçimde kafasını gazeteden kaldırıp ona ters bir bakış fırlattıktan sonra "6. Sayfaymış..." diye söylenerek gazeteyi incelemeye başladı. Uğur'un söylediği sayfaya geldiğinde neredeyse 2 ay önceki ameliyatla ilgili verdiği röportajı ve daha da kötüsü kaçamak çekilmiş fotoğrafıyla karşılaştığında şaşkına döndü. Ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Bir süre o şokla hiç konuşmadı ve korku dolu gözlerini o fotoğrafta sabitledi. Fotoğrafta çok net görünmüyordu, çeken kişi sağ profilden yakalayabilmişti. Ama onu tanıyan herkes o olduğunu anlayabilirdi. O anki hışımla sadece "Allah kahretsin!" diye haykırdığını hatırlıyordu. Neredeyse aklını yitirecekti. Gazeteyi sinirle buruşturarak asistanının ayaklarının dibine fırlattı. "Bu nasıl olur Uğur? Nasıl olur? Sana söylemedim mi, fotoğraf olmayacak demedim mi! Uzun süredir benimle çalışıyorsun, böyle bir şeyin olmaması gerektiğini bilmiyor musun? Cevap ver!"
"Hocam... Gerçekten, ben... Ne söyleyeceğimi bilemiyorum."
"Hemen gazeteyi arıyorsun, o fotoğrafı kaldırıyorlar. Gazeteleri toplatıyorlar." Dirseklerini çaresizce masaya yaslayıp başını ellerinin arasına aldığında "Allah kahretsin..." diye inledi. Artık hiçbir şey yapılamazdı. O gazeteler çoktan dağıtıma çıkmıştı ve şu anda herkes tarafından okunuyordu. Başı şiddetli bir baskıyla ağrımaya başladığında "Bana bir ağrı kesici getir." diyebildi. Normal zamanlarda uyuduğu zaman kendini dinlenmiş ve dinç hissederdi. Yeniden doğmuş bir biçimde kalkardı yataktan. Son zamanlarda yaşananlardan mıdır bilmiyordu ama ne uykusu uyku, ne de dinlenmesi dinlenmeydi. Hiçbiri ona iyi hissettirmiyordu artık. Ya geçen sabah Azad kahvaltıda mantarlı omlet yaptığında kendisinin verdiği tepkiye ne demeliydi? Adamın bir suratına öğürmediği kalmıştı. Tiksinmiş bir ifadeyle bakıp aç olmadığını söylemişti. Mantarlı omlet en sevdiği şeylerden biriydi hâlbuki. Hatta o an hamile olabileceğini bile düşünmüştü. Öyle olsaydı çok sevinirdi, ama sevincini kursağında bırakacak bir çuval dolusu dert varken böylesine güzel bir habere bile sevinemezdi herhalde. Ona ne oluyordu bilmiyordu ama şuan tüm bunlardan daha önemli bir sorunu vardı ki, bu da tam bir beladan kurtuldum derken diğerine atlamasıydı. Üstelik bu bir beladan diğerine atlama süresi o kadar kısaydı ki, o kısacık aralıkta bir türlü dinlenip enerji toplayacak fırsat bulamıyordu. Şikâyet edemezdi, çünkü Azad ondan da zor durumdaydı. Sürekli Mardin'le İstanbul arasında mekik dokuyup duruyordu ve onun ağzından tek bir isyan sözü bile duymamıştı. Mesela bu sabah da alelacele nefret ettiği amcası ve kuzeni yüzünden Mardin'e gitmek zorunda kalmıştı. Her ne kadar sevmese de o cenaze töreninde bulunması şarttı. Onlar maalesef bir aileydi ve herkes birbirini seviyor, birbirine saygı duyuyormuş gibi görünmek mecburiyetindeydi. Telefonuna sarılıp az önce yaşadığı şoku Azad'la paylaşmak üzere numarasını tuşladı. Böyle bir şeyi ondan saklayamazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kırılmış Kum Saati
General FictionGERÇEK BİR HAYAT HİKÂYESİNDEN UYARLANMIŞTIR. "Kefenime sarılı umutlarım vardı benim..." Kusurlu topraklara hapsolmak var bir de. Öte tarafta dönüşü olmayan bir bilet kesmek var aydınlığa. Ben seçimimi yaptım, kaçtım... Ve k...