Seni, mutlak karanlık şeylerin sevildiği gibi seviyorum,
Gizli, gölge ve ruh arasında.
- Pablo Neruda
Jimin, Seul'den eve geri dönüş biletlerini ayırtmıştı.
Trenlerini yakalamak için ayrılmadan önce, diğer üyelerle vedalaştılar. Dışarıdaki soğuğa girer girmez, rüzgâr yanaklarını kesti. Sadece üç günlüğüne bile olsa eve gitmek garipti; Seul'deki küçük yurdu daha çok ev gibi, diğer altı çocuk da daha çok aile gibi hissettiriyordu. Üç gün tatil ne yapacağını bile bilmiyordu. Onu her zaman Busan'a bağlayan bazı şeyler vardı; havadaki tuz, gelgit sesi, sahilde çocukların Satoori lehçeleriyle bağrışmaları. Yukarı bakıp, okyanus üzerinde uzanan geniş mavi gökyüzünü görmeyi, gün batımının turuncu parıltısını ve ayaklarının altındaki kumları özlemişti. Ancak, Seul'e alışamadığını söylese, son birkaç yıldır içinde rahat bulunduğu cazibelerine ve tılsımlarına erişemediğini söylese yalan olurdu. Jimin'in de aynı olduğunu biliyordu.
Sessizlikte, birlikte, trende oturdular. Telefonlarından müzik dinlerken, pencereden dışarı bakarken, ve dört saatlik tren yolculuğu sırasındaki uyuklamalarda dizleri birbirine dokunuyordu. Yeni yıl gününde, saat gece yarısı on ikiye vurduğu andan itibaren, aralarında ince bir geçiş olmuştu. Çok çok az görünür bir şey ama inkâr edilemeyecek bir şekilde orada olan. Onları kuşatan, dünyayı biraz daha parlak, biraz daha canlı yapan bir filtre, bir sakinlik vardı ve Jungkook, memnuniyet hissediyordu.
Jimin'i bir arkadaştan daha fazlası olarak sevdiğini biliyordu.
Kendisinin, o kadarını kabul etmesine izin veriyordu.
Tren yolcuğunun ortasında, Jimin elini Jungkook'un uyluklarına gizlice sızdırdı, parmakları pantolonuna doğru süzülerek gitti, sonra dizlerinin üzerinde dinlendi. İkisi de geri çekilmedi ancak daha ileri de gitmedi. Gidecekleri yönü bilmeksizin, arafta kalmış gibi hissettiriyordu, sadece bir şeylerin ortasında yüzüyormuş gibi, beraber ve karmakarışık. Jungkook, sanki cevapları bir şekilde parmak uçlarındaki dolgunlukta bulabilecekmiş gibi aşağıya, Jimin'in eline baktı. Gerçekten düşünmeden eline ulaştı, kendininkini üzerine yerleştirdi, avuç içi parmak eklemlerini, boğumlarını örtüyordu. Gözlerinin köşesinden, Jimin'in pencereden dışarıya bakmak için döndüğünü görebiliyordu, sessizce iç çekti. Yağmur yağmaya başlamıştı.
Jimin elini uzaklaştırmadı, Busan'a seyahatin geri kalan kısmında hiç hareket ettirmedi.
Öğleden sonra istasyona ulaştıklarında güneş gökyüzünün altında, aşağılarda asılı duruyordu. Hala yağmur çiseliyordu, yoğun sis vardı; trenden çıktıklarında, soğuk havadaki nefesleri gözle görülebiliyordu ve Jimin yüz maskesini burnuna kadar çekti. Hoşça kal demek tuhaf geliyordu, özellikle o an. Üç günlük ayrı yollarına gitmeden önce, istasyonun platformunda durdular ve Jungkook, Jimin'e daha önce hem hiç bu kadar yakın hem de hiç bu kadar uzak olmamıştı.
"Yakında görüşürüz o zaman," dedi Jungkook, yağmur damlaları çatıya çarpıyorken çıkan sesi boğuktu.
Maskesi Jimin'in ağzını örtüyordu ancak Jungkook onun gülümsediğini gözlerinden okuyabiliyordu. "Yakında görüşürüz."
Jimin ileriye doğru bir adım atmadan önce; Jungkook kendisine sarılmadan, sıkıca ama kısa bir süre tutmadan, elleriyle sırtını sıvazlamadan önce bir tereddüt anı yaşandı. Ayrıldılar, içgüdüsel olarak, gözleri istasyonda kamera var mı diye bir gezindi ancak hiçbir şey bulamadı. Jungkook nefesini koyuverdi.
"...Geri dönmeden önce buluşmalıyız."
"Evet. Evet, tamam." Jungkook ceketinin cebini kurcalıyordu, oralarda oyalanıyordu. "Nerede?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
girdap
FanfictionJeon Jungkook'un değişimi, büyümeyi ve bir arkadaşa âşık olmanın güçlüklerini öğrendiği hikâyesi.