Bölüm 2: Düellocu
Köyün az ilerisinde, ok menzilinin dışında atlılar durdu ve ortadaki şövalye elini kaldırarak askerlere durmalarını işaret etti. Tüm ordu düz bir çizgi halinde durdu ve yürürken zırhların çıkardığı kaba sesler kesildi. Beş atlı yan yana geldi ve hararetli bir konuşma başlattılar. Konuşmaları bittiğinde ise atlılardan birisi dizginleri şaklattı ve at, köye doğru ilerledi. Köy ile ordunun tam ortasında durdu ve atı toprağı tekmeledi.
Her savaştan önce komutanlar iki ordunun ortasında buluşup -uzun bir görüşme olacaksa küçük bir çadır kurup- konuşurlardı. Eğer gerek görülmezse savaş çıkmaz ve hiç kan dökülmeden sorun çözülürdü. Şimdi yapılması gereken de buydu.
Archanger bir süre hareketsiz kaldı. Beyazların önünde duran dört atlı aynı anda sağa sola koşturmaya başlayınca Archanger daha fazla bekleyemeyeceğini anladı. Mesafe uzak olduğu için şimdi söyleyeceği şeyi meydanda duran şövalyenin duyamayacağından emindi. Ama yine de tedbir olarak kısık bir sesle konuştu ve kafasını hiç kıpırdatmadı. Dışarıdan bakan birisi için, bir heykelden farksızdı.
“Beni dinleyin. Ben söylemeden güç gösterisi yapmak yok!” Bunu söylerken oldukça sertti. “Lennos’un bize destek çıkacağını hiç sanmıyorum. Eliniz kında olsun. İyi şanslar...” Lafı bitti ve görüntüsünü hiç bozmadan ufak adımlarla meydana ilerledi. Şövalyeye yaklaştı ama çok da yakın durmadı. Aralarında on adımlık bir mesafe vardı.
Şövalye, uzun bir süre karşısındaki adamı tarttıktan sonra demir kaskının altından boğuk bir sesle konuştu.“Bunların sorumlusu sen misin?”
Elleri hâlâ arkada kenetli duran Archanger yanıtladı. “Hayır. Ama sorumlusunu bulursam ilk senin haberin olur.”
Şövalye şaşırmıştı. Bu kadar sakin bir cevap beklemiyordu. Kendinden emin ama tehdit içermeyen bir şekilde, “Bizimle gelin, yargılanmanız gerek.” dedi ve atı bir kez daha toprağı tekmeledi.
Archanger mümkün olduğunca kabalaşmamaya özen göstererek, “Aslına bakarsan, uzun bir yolculuğa çıktık. O yüzden nazik teklifinizi reddetmek zorundayım.” dedi.
Şövalye, hiç şüphesiz sinirlenmişti. Bu kadar yüksek rütbeli birisine karşı çıkılamazdı. Artık sesi boğazından çıkıyordu ve öfke doluydu. “Ya bizimle gelirsiniz, ya da sizi ben getiririm!”
Archanger’in suratında hain bir gülümseme oluşmuştu. Uzun süredir kendini bu kadar basite alan kimseyle karşılaşmamıştı. Zevkle gerilen dudaklarının arasından tek çıkan, “Dene bakalım!” oldu.
Kahverengi at, kararmış nallarıyla toprağı dövmeye devam ederken şövalye biraz bekledi. Karşısındaki kapüşonluda en ufak bir rahatsızlık görmeyince daha da sinirlendi. Dizginleri şaklattı ve normalden daha iri olan atı tüm gücüyle ileri atıldı.
Zaman adeta yavaşlamış gibiydi. Archanger ata ve süvariye son bir kez baktı ve kapüşonun gölgesinde kalan gözlerini yumdu.
Kendini bir karanlıkta buldu ve boşlukta durduğunu düşündü. Elleri hâlâ arkada kenetli duruyordu. Atın nal seslerine odaklandı ve atın tüm hareketlerini hissetmeye başladı. Gözleri kapalı olduğu için diğer tüm duyuları olduğundan daha güçlüydü.
At gittikçe yaklaştı ve nal seslerinin arasına karışmış boğuk bir kılıç sesi duydu. Sağ kulağı kılıcı çok daha net bir şekilde duymuştu. Bu sayede adamın, sağ tarafında olduğunu anladı. Biraz daha yaklaşmasını bekledi. Artık nal sesleri adeta kafasında yankılanıyordu. Atın attığı her adım, bedeninin sarsılmasına yetecek kadar netti.
Daha demirin yankıları kulağında gezerken çok ilginç bir ses daha duydu. Ufak bir uğultuydu bu. Sanki küçük bir taş atılmış veya bir kuş yakınından geçmiş gibiydi. İşte beklediği şey buydu; şövalye kılıcını kaldırmış ve savurmak üzereydi!
Derin bir nefes aldı Archanger. Hava burun deliklerinden yavaşça girip tüm bedenini doldurdu. Göğsü şişti, omuzları geriye düştü. Ağırlaştığını hissedebiliyordu. Kollarını serbest bıraktı ve kolları öne düşerken hafifçe dizlerinde yaylandı. Nefesini henüz bırakmamıştı ki gözlerini açtı.
Gözünü o kadar hızlı açmıştı ki göz kapağında biriken ter damlacıkları savrulmuştu. Gözünü açtığı anda dibinde bir kılıç vardı ve giderek yaklaşıyordu.
Bir anda tüm nefesini verdi ama ağzı hâlâ kapalı duruyordu. Burnundan çıkan hava üzerindeki içliğin boğaz kısmından girdi ve dalgalandırdı. İçinden çıkan tüm hava bedeninin küçülmesini ve dizlerine doğru daha da katlanmasını sağlamıştı. Kolları omzundan arkaya doğru bükülmüştü. İçinde kalan son hava kabarcıklarını da dışarıya savurduğu anda tüm gücünü kırık duran bacaklarına verdi ve gergin duran kollarıyla kendini yukarı doğru çekip bir anda zıpladı.
Uzun yılların yükü altında ezilen bacakları tüm gücüyle birleşince onu muazzam bir yüksekliğe savurmuştu. O kadar yükselmişti ki hiç zorlanmadan atın üzerinden bile atlayabilirdi.
Archanger zıpladıktan hemen sonra, az önce boyunun olduğu yerden bir kılıç, olağanca hızıyla geçti ve havayı yararak tiz bir ses çıkarttı. Az önce durduğu yerin üstünde havada asılı duruyordu Archanger ve zaman onun için bir kez daha durmuş gibiydi.
Gözlerini havada tekrar kapattı ve yerden kalkan tozu düşündü. Kendi zıplaması, nalların vuruşları, kılıcın geçişi...
Tahminine göre, şu an şövalye ile aynı hizada olması gerekiyordu. Şövalye de kılıcını az önce salladığına göre şimdi tamamen savunmasız olmalıydı. İşte! Doğru an buydu. Derin bir nefes daha aldı... Gözlerini eskisinden de şiddetli açtı...
Kolları, az önce zıplamasını güçlendirmek için savrulmuştu. Uçuşan pelerinine aldırmaksızın sağ koluyla, solunda asılı duran kılıcı kavradı ve olağanca hızıyla çekti. Kılıcı çekerken de kendi etrafında ufak bir dönüş yaptı. Artık şövalye ile yüz yüzeydiler ve Archanger hâlâ havadaydı. Onu kısıtlayan bir şey yoktu.
Kılıcın ucu kından ayrıldığı anda tüm hızıyla şövalyenin ensesine yöneldi ve hâlâ dönmekte olan Archanger’in hızıyla birleşince, atın üzerinde duran şövalyenin kellesini hiç zorlanmadan bedeninden ayırdı.
Şövalyenin son gördüğü şey, Archanger’in soğuk yüzündeki yırtıcı bakışları olmuştu. Şövalyenin kellesi ile Archanger’in ayakları toprağa aynı anda düştü ve kelle yuvarlanırken Archanger tüm heybetiyle ayakta duruyordu…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Archanger Destanı: Birinci Kısım (Kitap Oldu)
FantasyBaşını gökyüzüne kaldırıp baksaydı bütün mazisinin onu bir yere doğru götürdüğünü görebilecekti. O hengâme anından önceki son anda zaman onun için işlerken o kendisini bütün dünyadan uzaklaştırıp, bütün duygularını ve düşüncelerini aynı noktada birl...