Bölüm 9: Sendrox
Bir süre sonra tüm ekip uyanmıştı. Rainen son bir kahvaltı ümidiyle etrafa bakıp hüzünle doğruldu. “Açlıktan öleceğiz.” Bunu söylerkenki ifadesi küçük bir çocuğu anımsatıyordu.
Crangor karnının üzerine yatmış olan Dreth’in yanından ayrıldı. Adeta Archanger’i taşlarcasına, “Gidiyor muyuz?” diye sordu. Archanger hariç hepsi anlamsızca Crangor’a bakıyordu. Onun kararı kesindi ve bu kararı açıkça dile getirdi. “Hazırlanın.”
Birkaç dakika içinde herkes işini bitirmişti. Archanger kayadan kalkıp sol eliyle arkasını çırptı. Grubun yanına geçip, “Peki arabayı kim kullanacak?” diye sordu. Hepsi şaşkın bir halde birbirlerine bakıyorlardı.
Crangor, “Ben yaparım.” diye atladı. Açıklama gereği duyarak da ekledi: “Ara sokakları ezbere biliyorum. Ayrıca tanınması en zor olan kişi de benim.” İtiraz beklercesine grubu süzdü. Archanger’in, “Hızlı sür!” demesi yeterli bir cevap oldu.
Crangor ejderhasını kılıcına gizledi ve arabanın yanına geçtiler. Archanger kapıyı açtı. İçeride bir masa, birkaç sandalye ve yumuşak bir koltuk vardı. Rainen aceleyle arabaya bindi ve “Koltuk benim!” diyerek koltuğa atladı. Rahatlama edasıyla uzun bir, “Oh…” çekti. Walcomir ilginç bir ifadeyle Sancester’e döndü ve “Daha yeni kalkamadı mı bu?” diye sordu. Sancester güldü ve arabaya bindi.
Sırayla hepsi içeri girip bir yere oturdular. Walcomir dört sandalyeyi yan yana koyup rahatça uzandı. Sancester ona bakınca da, “Yolumuz uzun, biraz rahatla.” dedi. Sancester da tıpkı bir malak gibi kendini yuvarlak masaya serdi. Archanger arabaya girmeden önce Crangor’a baktı. Elini, Crangor’un kısa omzuna koydu. “Dikkatli ol dostum.” dedi ve kapıyı kapattı.
Crangor dışarıda yalnız kalmıştı. Belinden sallanan kılıcına bakarak, “Neyse ki sen varsın.” dedi. Arabanın ön kısmına oturarak dizginleri şaklattı ve atlar soylu adımlarla yürümeye başladı.
Crangor için uzun, arkada yatan Rainen için ise kısa sayılabilecek bir süre sonra Camprich surları göründü. Alabildiğince yükselen beton duvarda sarı, kalın bir çizgi vardı. Tüm duvarı çevreleyen çizgi, patlamaya hazır bir volkanın lavları gibi göz alıyordu ve dev kapının ancak yarısına kadar geliyordu.
Kapı demirden yapılmıştı. Yukarı doğru açılan kapının etrafında sürekli nöbetçiler bulunduruluyor ve belirli aralıklarla değiştiriliyordu. Surun üzerinde nöbet tutan gözcüler, ellerinde yayları ile adımlıyordu. Bir an için hepsinin ona baktığını düşündü Crangor. Ardından bu düşünceyi kafasından atıp derin bir nefes aldı.
Kapının dışına dikilen sancak Camprich’in asırlardır değişmeyen tek gerçeğiydi. Sancağı yaptıran kişi, Camprich’in kurucusu, birinci kral, Wallerdo Thurpagon idi. Kızıl süvari olması, sancaktaki kızıl ejderhayı da açıklıyordu.
Kapının önünde iki muhafız yolunu kesti. Üzerlerindeki kan kırmızı zırhları, göğüslerinden kesen siyah çizgilerle süslenmişti. Kasklarındaki kırmızı çizgiler, zeminini kaplayan siyahları daha da çarpıcı gösteriyordu.
Muhafızlardan biri arabaya yaklaştı ve baktı. “Ne istiyorsun?” diye sordu. Crangor çocuksu sesini gizlemeye çalışarak boğazını yalayan bir sesle konuşmaya başladı. “Lennos’dan geliyorum. Babamın sebzelerini satacak bir yer lazım. Buranın iyi olduğunu söylediler.” dedi. Sesi o kadar yapmacıktı ki askerin durumu fark etmesinden korktu.
Ama muhafız inanmış gibi görünüyordu. Kaskının altından boğuk bir sesle “Hı hı…” dedi. Kapının yanında duran diğer askere dönüp elini kaldırarak, “Açın!” diye bağırdı.
Uçları sivri kapı, saplandığı topraktan yavaşça kalktı ve yukarı doğru kulak tırmalayan bir sesle açıldı. Arabanın geçebileceği bir mesafeye geldiğinde asker, eliyle kapıyı işaret etti ve Crangor selam verip dizginleri şaklattı.
Atlar soylu adımlarına devam etti ve kapıdan geçtiler. Arabanın arka kısmı da kapıdan geçtikten sonra, kayan bir zincir sesi duyuldu ve kapı olağanca hızıyla kapandı.
Az önce geçmelerine izin veren asker, “Tutuklayın!” diye bağırdı. Crangor daha ne olduğunu bile anlamadan arabanın etrafını onlarca asker çevirmişti. Ellerinde tuttukları uzun mızraklar, atlara gidecek yer bırakmıyordu.
Askerlerden birisi öne çıktı. Diğerlerinden farklı olarak, miğfer takmıyordu. Uzun saçı, Camprich geleneklerine göre savaşçı olduğunu belli edercesine atkuyruğu yapılmıştı. Yüzü, duygularını gizleyen bir maske gibiydi. Ama Crangor’un beklediği gibi soğuk ve ürkütücü değil, cana yakın bir sesle konuştu asker.
“Arabadan inin ve silahınızı -varsa- teslim edin. Sorun çıkartmazsanız, zarar görmezsiniz.” Crangor şaşırmıştı. Böyle bir şey olmasını hiç beklemiyordu. Zihninde Dreth’in sesi yankılandı, “Kaç!” Crangor dizginleri sıktı.
Dreth’in dediği, bir an için oldukça mantıklı geldi Crangor’a. Ama etrafını çevreleyen askerleri düşündükçe pek de mantıklı olmadığına karar verdi ve avuçlarını gererek dizginleri bıraktı.
Zihninde haykıran Dreth’i susturmaya çalışarak arabadan indi. Belindeki kemeri çözdü ve kılıcı kınıyla birlikte teslim etti. Kınından çıkarmadığı için kılıcın alevlerini kimse görmedi ve bir süvari olduğu da anlaşılamadı.
Az önce konuşan soğuk tenli savaşçı diğer askerlere bir baş hareketi yaptı. Bir asker gelip Crangor’un elini arkasında bağladı ve omzundan tutarak beklemeye koyuldu.
Başka bir asker daha konuştu. “Arka tarafı kontrol edin.” Dört kişi aceleyle arabanın arkasına geçip kapıyı açtı.
Kapı açıldığı anda mızraklarını doğrulttu askerler ve Archanger’in soğukkanlı sesi duyuldu. “İndirin silahlarınızı.” Archanger’in sesi o kadar çarpıcıydı ki askerler tereddütle uzun saçlı komutana baktılar.
Komutanın yüzünü çevreleyen duygusuz ifade hiç değişmemişti. Askerler kararsız kalarak geri çekildiler. Archanger arabadan ilk inen oldu.
Yüksek kasadan atladı ve yere bir tüy hafifliğinde, toz kaldırmadan indi. Hemen ardından gelen iri Sancester’in atlayışı ise bir barbar izlenimi vermeye yetti.
Ayakları yere bastığında, ağırlığı yüzünden dizleri kırıldı. Doğrulduğunda ise tüm heybetiyle etrafına bakındı. Sayıları yirmiyi geçmeyecek kadar asker ellinde mızraklarıyla etraflarındaydı.
Sancester’in peşinden diğerleri de indi ve Archanger’in arkasından bir V oluşturdular. Archanger, Crangor’a doğru ilerledi. Karşısına geçip elleri bağlı Crangor’u süzdü. Yetkisi varmışçasına, “Çözün onu.” dedi. Bunu söylerken kendinden o kadar emindi ki askerler tereddütte kaldı ve uzun saçlı komutan aceleyle araya girmek zorunda kaldı. Sesindeki tedirginlik belli oluyordu. “Kimsin sen?” Archanger komutanın maskesini düşürmüştü.
Archanger bir süre komutanı süzdü. Omuzları geniş, göğsü kabarıktı. Yüzünün sol tarafında uzun bir çizik vardı. Uzun saçı, kar kadar beyaz ve parlaktı. Boyu Archanger’dan bir baş kadar daha uzundu. Belinde taşıdığı kılıca baktı ve kabzası dikkatini çekti. Üzerindeki işçilik ender bulunan bir mühür ile sonlanmıştı. Camprich Hanedanı’nda çok az kişiye verilen türden bir kılıçtı.
Archanger’in güçlü gözleri komutanın gözleriyle kesişti. Masmavi gözleri, birilerini boğmak için can atıyor gibiydi.
Komutan yine duygusuzluk maskesini çıkartmadan tekrarladı: “Kimsin sen?” Archanger bilgin edasıyla yanıtladı. “Yıllar önce bir bilge, ancak olmam gereken kişi olabileceğimi söylemişti. Sanırım ben o kişiyim.” Archanger, saygısını dile getiren bir ses ekleyip başıyla selamladı. “Sör Sendrox...”
Komutanın maskesi tamamen parçalanmıştı. Yüzünde şaşkınlık ve hayranlık karışımı bir ifade beliriyordu. Ağzını bir şey söylemek için açtı ama doğru sözcükleri bulamadı. Onun yerine başını öne eğerek selamladı. “Eve hoş geldin Archanger.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Archanger Destanı: Birinci Kısım (Kitap Oldu)
FantasyBaşını gökyüzüne kaldırıp baksaydı bütün mazisinin onu bir yere doğru götürdüğünü görebilecekti. O hengâme anından önceki son anda zaman onun için işlerken o kendisini bütün dünyadan uzaklaştırıp, bütün duygularını ve düşüncelerini aynı noktada birl...