Ozan gördüğü kâbusun etkisiyle alarmının çalmasından 55 dakika evvel uyanmıştı. Gözlerini yatak odasının kapısının üzerinde asılı olan saate dikti. 06:05'i gösteriyordu, plastik zemine işlenmiş boğaz köprüsü manzarasına sahip saat. Kaç dakikadır o anlamsız rüyadan uyanmak için çabaladığını hesaplamaya başladı. Tuvalete kalktığında saat 04:27'yi gösteriyordu. Neredeyse bir buçuk saattir sırılsıklam terlemesine sebep olan rüyanın içerisine hapsolmuştu. Uykusunda akan salyalarını, kimi geceler yanında yatan kadınlardan gizlemek için, koyu renkli çarşaf ve yastık kılıflarını hiç bir zaman kullanmazdı. Tek başına yaşadığı evinde, haftada bir çarşaf değiştirecek kadar da temiz olduğu söylenemezdi. Sarı ve krem rengi iki adet yatak örtüsü takımı, aylık döngülerle misafir ediyordu Ozan'ı. Bu ay sıra, sarı olandaydı. Ağzının suyunu belli etmeyen yastığı yatağın başlığına dayayıp, sırtını yastığın üzerine yasladı ve rüyasında gördüğü anları düşünmeye başladı. Aynı rüya, aylardır, her gece tekrar eden bir ritüel halini almıştı.
Ozan'ın, Birgi'de büyüdüğü, taştan yapılmış köy evinde, babasıyla on yaşlarında geçirdiği bir anın görüntüleriyle başlıyordu rüyası.
Ozan'ın arabesk denecek kadar, acılarla yüklü bir geçmişi vardı. Hayat onu, Rüzgâr'a göre biraz daha erken yaşta sınamıştı. Annesini hiç tanıyamamıştı; anne sütünün tadını bile bilmiyordu (Hangimiz, bir zamanlar günde beş-altı saat, ağzımız dayalı olarak geçirdiğimiz annemizin memesinden aldığı tadı hatırlıyordu ya da hatırlamak istiyordu?). Doğumda ölmüştü babasının söylediğine göre. Adı ise Hanife'idi. Ozan'ın rüyası, annesinin, adının taşıdığı anlamı merak etmesiyle başlıyordu. Annesinden başka hiç kimsede duymamıştı bu ismi ömrü boyunca. Annesi de oğlundan duyamamıştı hiç bir zaman adını. Yaşı daha on birdi babasına bu soruyu sorduğu zaman,
"Baba, Hanife ismini, yani annemin adını bu zamana kadar hiç kimseden duymadım. Anlamı bu kadar kötü mü ki, hiç kimse çocuğuna bu ismi yakıştırmıyor?"
Ufak bir tebessüm oturmuştu, babası Nazım beyin yüzüne. Taktığı güneş gözlüklerinden dolayı gözlerini göremiyordu, ancak, gülümsemesiyle uzun Samsun'dan sararmış dişleri ve bıyıkları hemen gözüne çarpıyordu Ozan'ın. "Keşke, ah keşke içmese şu mereti" diyordu, içten içe. Onu da kaybederse ne yapardı?
"Annenin isminin taşıdığı anlam öyle yüce öyle güzeldir ki oğul, herkes zaten taşıyamaz."
Kara gözleri çocukken fark edilemeyecek kadar içine gömüktü Ozan'ın. Yirmili yaşlarında olacağı kadar iri ve belirgin değildi. Ancak duyduğu bu cümle karşısında yağlarla olan savaşını kazanan kaşları ve alnı, babasına karşı ilgisini büyüyen gözleriyle göstermesinde yardımcı olmuştu.
Nazım bey, bu konuşmadan on yıl sonra, oğlunun kadınları büyüleyen, Yeşilçam filmlerinde sert adamı oynayan tiplerin bakışlarına sahip gözlerini hiçbir zaman göremeyeceğinden habersiz devam etti sözlerine.
"Yüce yaratıcı Allah'a ve birliğine inanan; Muhammed zamanından yani Müslümanlıktan öncede tek Tanrı'ya inanan" demektir, mis kokulum diyerek noktalı sözlerini. Oğluna sadece kelimeler ile anne şefkati gösterebiliyordu. Ellerinin büyüklüğü, sesi, kıyafetleri okuldaki çocukların annelerinden farklıydı. Bir kişi hem ana hem de baba olamazdı. Hatta gözlüğü bile erkeklerin taktıklarındandı. O sadece bir babaydı. Her çocuğun büyüme evresinde ihtiyaç duyacağı cinsten; sevecen..."
Oğluna söylediği bu sözlere, hayatı yargılayamadan ve üzerine düşünemeden, körü körüne inanıyordu. Kabartmalı kitaplardı ona hayatı anlatan. Dünyayı kendi gözleri ile görüp yaşaması sadece on bir sene sürmüştü. Geri kalan her anı başkalarının düşüncelerine mahkûmiyetten ibaretti. Otuz üç sene boyunca, ölümüne dek bir âmâ olarak yaşamını sürdürmüştü. Karısı Hanife ise onun bu otuz üç senelik karanlık hayatına iki yıl boyunca aydınlık sağlayabilmişti. Hanife'nin doğum anındaki ölümüyle, kara zindan mahkûmiyetindeki fenerinin oğlu olmasını arzuladığı için, Ozan ismini koymuştu oğluna. Ozan'ın küçücük kulağını tutup bu ismi fısıldadığında, adı gibi bir şair olmasını hayal etmişti; hayatı, kendi kanı, canı olan ve aynı genlere sahip olduğu oğlunun dizelerinden okumak istiyordu. Halası Sabiha ise bu an karşında gözlerinde yaşlarla, siyah beyaz televizyonundaki filmlerden gördüğü bir sahneden alıntı yaparak girmişti abisinin koluna ve "Ne mutlu" demekle yetinmişti. Ozan'ı büyüten, halası Sabiha'ydı. Kimi zaman anne diyordu, Ozan halasına. Sabiha hala da hayatını Ozan'a adadığı için evlenmemiş ve sadece yeğeninin annesi olmayı kabullenmişti.
Her şey bir anda yerle bir oluyordu Ozan'ın rüyasında. Birgi'deki iki odalı ve tek katlı evleri, büyük bir gürültüyle yıkılıyor, yirmi altı yaşındaki haline geri dönüyordu. Babasının yaşamını andıran karanlık bir boşlukta buluyordu kendisini. Nedim'in, Âşık Veysel'i andıran acılı ve tok sesi karanlıkta yayılıyordu,
"Az kaldı oğlum, kavuşacağız!" diyordu, her söyleyişin ardından, alçalan bir sesle.
"Az kaldı oğlum, kavuşacağız..."Ozan, sonsuzluğu tarif eden karanlıkta, ayaklarının altında hissettiği ham petrol kıvamında bir zemine basıyordu. Renginden de ödün vermiyordu, ayaklarına dolanan petrol kıvamında bulunan zemin, simsiyahtı. Babasının sesi uzaklaştıkça, altındaki zemin de onunla birlikte yok oluyordu. Karanlık duvarlarla örülü rüyasında, boşlukta oluşan yer çekimine karşı koyamıyor, oradan oraya savruluyordu Ozan.
Her gece bu ana kadar geliyordu rüyası, uyanma çabası tam da o anda işe yarıyordu. Kesik kesik aldığı bir nefesle, kalp ritmi doksan beşi bulmuş bir halde uyanıyordu. Ağlamaklı haliyle, rüyasında ağladığını belli eden, sümük dolu bir burunla, az da olsa nefes çekmek istiyordu ciğerlerine.
Gördüğü rüya uykusunu kaçırmıştı. Alarmı kurduğu saate kadar uyuyamamıştı bu sabah. Böylece radyolu alarmı, sade bir küfürden kurtulmuştu, bugünlük. Kimi zaman uykusuna kaldığı yerden devem edebilirdi, bir bardak suyun ardından. İçinde bulunan mikro işlemciler sayesinde akıllı sayılabilecek beyaz bir telefonun parlayan ekranına bakarak, yatakta geçirdiği on dakikanın ardından, "Önümüzdeki hafta bir psikoloktan randevu almalıyım." diye not etmesini emir etti. Eli büyüklüğündeki parlak ekranda, 'Kaydedildi' ibaresi belirdi. Uyku sersemi haliyle, kalemi yuvasından çıkartıp yazmak zor gelmişti. Unutkan bir adam olmamasına karşın, telefonu uğruna harcadığı parayı bir şekilde o plastik ve metal parçasından çıkartması gerekiyordu. El salladığı 2 bin liranın ardından, telefonunun işe yaradığını bilmek onu rahatlatıyordu. Tembelleştiğini bile bile, bunu görmezden gelmeyi tercih ediyordu. Ozan, sırtını dayadığı, sarı renkli yastığını düzeltmiş ve yatağını toplamıştı. Yüzünü yıkamadan önce, akşamdan doldurduğu su ısıtıcısının düğmesine bastı, banyoya doğru yürüdü. Sabah ezanın eksikliğini hissetti kulaklarında. Ve bir eksik daha vardı; uyanmaya başlayan koca bir şehrin gürültüsü...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
Genel KurguHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...