Pek de ısınamamıştı zaten bu eve. Sırf Serap istiyor diye tutmuşlardı. Bir daha asla açmayacağı kapıyı kilitlerken bunları geçiriyordu aklından Rüzgâr. Sokağa çıktığında ise soğukkanlılıkla inceledi etrafını, Ozan’ın sokağına bıraktığı kaotik manzara haricinde her şey sıradandı. Hiç kimse yoktu sokakta. Arabasına bindikten sonrada arşınladığı yollar, filmlerin ona verdiği, “kaos sırasında sokaklar böyle olur!” mesajından çok farklıydı. Etrafta uçuşan çöpler, boka batmış sokaklar, yağmalanmış dükkânlar, harabeye dönmüş evler, üst üste çıkmış arabalar, yollara barikatlar kurmuş askeri araçlar ve Toma’lardan eser yoktu. Hangi filmde bu kadar yalnız kalmıştı ki bir başkarakter. Aklına, Will Smith’in, I’m Legend filmi sayesinde hayat verdiği Robert Neville karakteri geldi. Onun bile bir Alman kurdu vardı, araba yolculukları sırasında yanında oturan. Hatta birlikte hayvan avına bile çıkabiliyorlardı. Neville, hiç değilse bir virologdu. Dünya üzerinde yayılan, insan yapımı bir virüsü öldürebileceğine dair ümit besliyordu içerisinde. Rüzgâr’ın bu şeye neyin sebep olduğuna dair en ufak bir fikri bile yoktu. Hem böylesi virüs salgını olsa, televizyonlardaki haber spikerleri, sosyal medyayla var olan yurttaş gazeteciler(pijamalı gazeteciler), dergiler, doktorlar aylar öncesinden bas bas bağırırlardı. Dünya üzerindeki tüm ilaçlara sahipti, ama bunları kullanabilecek bir yetkinliği ve eğitimi yoktu Rüzgâr’ın. Başı ağrısa, Serap’a veya annesine sormadan hangi ilacı alacığını bilemezdi o. İşin aslı, kafasına göre hiçbir zaman ilaç kullanmazdı. İnsanlığın sonunu getirebilecek senaryolar üzerinde düşünüyordu Rüzgâr, boş şeritler üzerinde altındaki Ferrari’siyle zigzaglar çizerken.
Virüsü en başından eledim, açlık, kuraklık, volkanik patlamalar, yeryüzü kaymaları, büyük ölçekli depremler, sel felaketleri, sera gazı kaynaklı iklim değişikliği... Bu zamanla kendini gösterebilecek bir durum. Böyle aniden olamaz.
Dünya, insanı insan yapan yer, insanlık tarafından kuşatılan, gerçekte insanı kuşatan yuva. Rüzgâr’ın bir zamanlar nefret ettiği, sevdiği, tanığı, selam verdiği, mutluluklara boğulduğu denizlerin sahibi dünya... Kaderleri, umutları, kendinden emin peygamberleri ve onlarla birlikte yayılan binlerce dini, ideolojileri, bankaları, banka sahibi avcıları, iktidar altında ezilen korkakları, kanlı kılıçlar altında yükselen imparatorlukları, nice kralları, yozlaşmış, ahlak yoksunu politikacıları, insana star denilen, her birini, bir anda sevaplarıyla ve günahlarıyla tarihe gömen dünya, üçüncü bin yılın başlarına kadar dayanabilmişti tüm yaşadıklarına ve ona bunu yaşatan insanlığa. Saygı görmediği için artık saygı göstermeyecekti. Kendi varlığı insanlardan daha önemliydi, o olmazsa insanlık var olamazdı. İnsanların yaptıkları zorbalıklara, ateşli düşmanlıklarına, birbirlerini doğayla birlikte öldürmelerine kimse ses çıkartmıyorken, doğanın onları öldürmesine de tek başına kalan Rüzgâr ses çıkartamazdı. Evrende ayrıcalıklıymışçasına yaşayan herkesin bir solukta, yalnızlığı tadacağı, esas ayrıcalıklılığı yaşayacağı an gelecekti.
Belgesellerin ona anlattığı kadarıyla, köklü iklim değişikliklerinin yaşanmaya başlayabilmesi için, en azından 20 yıl daha geçmesi gerekliydi. Koyduğu hiçbir taş yerine oturmuyordu, yollar hayatı gibi geçip giderken. Atladığı nokta, kendi beyninde oluşan büyük çaplı fırtınaların içerisinde gizliydi. Onu, düşünmekten alıkoyan görüntü, şuan geçtiği mahallenin içini burkan haliydi. Bu mahalle, insanların olağan hayatlarını yaşadığı sırada, filmlerin ve dizilerin her zaman ıskalamayı tercih ettiği yoksulluğu, Rüzgâr’ın gözleri önüne seriyordu. Burası tam bir kaos alanıydı. Bu mahallenin varlığından bile haberdar olmayanlar; doğal sit alanlarının üzerine kurulan imar planlarının, idari mahkemelerce iptal edilmesine rağmen dikilen gökdelenlerde oturan, balkonlarına ve sitelerinin alanlarına konulan iki-üç yapma ağaçla kendilerini doğayla iç içe yaşadıklarını zanneden, tek dertleri milyon dolarlık evlerinin ve arabalarının sürekli yenilenmesi dair kaygılar besleyen, hedonistlerdi. Her yerde yok edilmeye çalışılan doğanın, yapaylıkla onlarla geri sunulmasını görmeyecek kadar paraya odaklı yaşıyorlardı. Onlar, parayla yönetilen ve para üzerine kurulu dünyada sahip oldukları metaların büyüsüyle yaşarken, Rüzgâr gibileriyse, bankaların onlara verdiği kredi ve kredi kartları sayesinde, ‘bir şeylere sahiplermiş’ gibi yaşayarak, kendi yarattıkları simülasyonların içerisinde kayboluyorlardı.
Bu mahallede yaşayan insanların ise, bankayla hiçbir zaman işi olmamıştı. Belki, değil kredi, belli zaman aralıklarıyla bir bankamatikten çekebilecekleri bir kâğıt parçasıyla bile tanışmamışlardı.
Bu mahalleden böylesi bir arabayla geçerken kendinden utandı Rüzgâr. Daracık ve hizbe sokağın ortasında durdurdu arabayı.
Belki yüzlerce yıllık şehrin kabullenemediği, esmer tenli yerlileriydi onlar. Sümüğü burnunda kuruyan, top yerine, içmedikleri ama çöpten buldukları tenekelerle futbol oynayan çocukların, oje yerine tırnaklarına kına süren kızların, kocalarının işsizlik gerekçesiyle dövdüğü kadınların, bir kavga sırasında geleceğini düşünmeyen bir adamın, başka bir adamı rahatlıkla bıçakladığı bir mahalleydi burası. Sözde herkesin sesi olacak siyasilerin seslerinin kısıldığı, hatta hiçbir zaman duyulmadığı bir mahalleydi burası. Siyasiler, tezeklerin ve çamurlu suların kol gezdiği sokaklarda, orada yaşayanların bir aylık maaşlarıyla dahi alamayacakları ayakkabılarını, o yollarda kirletmek istemiyorlardı. Ayakkabıları bile ayakçılardan daha değerliydi; kalemşörleriyle onlara sesleniyorlar ve yalnızca maşalarıyla onlara dokunabiliyorlardı. Seçim zamanları koli koli erzak ve kömür yolluyorlardı buraya. Asıl mesele birleştirebilecek bir güce sahipken, onların dışlanıyor ve bölünüyor olmalarıydı. Daha kötüsü bunu kabulleniyorlardı.
Sokakta karşılaştığı her insanı güzel bir tesadüf olarak yorumlayan Rüzgâr’ı, bu mahallede karşılayan küçük bir çocuk oldu. Bu masum tesadüfe itaat ederek, yan koltuğunda duran Canik TP9 markalı polis silahını beline koyarak indi arabadan. Hizbe, çatlamış penceresi turuncu bir koli bandıyla onarılmış, boyalarından sonra sıvaları da dökülmeye başlamış bir evin önünde duran çocuk, duvarın dibine çömelmiş, yırtık pantolonundan utanırcasına kafasını gömdüğü bacaklarının arasında hayatını kaybetmişti. Rüzgâr, çocuğun, bıçakla kesilmiş kadar biçimsiz ve kar tanesinden daha ufak noktaların kol gezdiği saçını okşadı. Çocuğun kafasını kaldırıp kendisine gülümsediğini hayal etti. Ama çocuk, kafasını kaldırıp yüzüne bile bakmadı. Çocuğun çıkarken açık bıraktığını tahmin ettiği evin kapısından içeriye girdi. Küçük koridorun karşısından ondan daha küçük bir tuvaleti gördü ilk olarak Rüzgâr. Bir odada yaşları birbirlerine yakın dört çocuk, yere serilmiş yorganların üzerinde uyuyorlardı. Allah rızkını verir cümlesinin ardından dünyaya getirilen yüz binlerce çocuktan sadece dört tanesiydi onlar. Çocukları soğuktan koruyan battaniyelerinin üzerlerindeyse sinek leşleri vardı. Gözleri dolarak çıktı bu odadan Rüzgâr. Terk ettiği odanın karşısında duran kapıyı açtığındaysa, başörtüsü omuzlarına inmiş bir kadın iki büklüm şekilde, yüzünü korumaya çalışıyordu. Gözlerinin altındaki mor torbalar, ölümden ziyade yumruk kaynaklı gibi duruyordu. Kadından çok, onu bu hale getiren, bir eli havada olan adamı incelemeye başladı. Havada olan elleri ve parmakları morarmaya başlamıştı. Gözlerinden kin, çehresinden pislik akıyordu. Bıyıklarına ideolojik bir anlam yüklenebilirdi. Rüzgâr buna kafa yormak yerine adamı bıyıklarından tutarak kafasını duvara vurmayı tercih etti. Daha önce hiç kavga etmemişti ve birine vurmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmiyordu. Adam besleyemediği çocukları kadar zayıf değildi. Yine de Rüzgâr, bıyıklı adamı tek hamlede kaldırıp, çatlamış pencereden dışarıya fırlatabilmişti. Koli bandının tuttuğu cam parçalarının büyük bir kısmı, altında oturan çocuğun başından aşağıya döküldü.
Annesini döven babasının, bir başka adam tarafından dövüldüğünü görse ne tepki verirdi acaba? Bana kızar mıydı?
Bıyıklı adam ölü olmasına rağmen, ona hak ettiği bir ölümü tekrardan tattırma isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Rüzgâr, yerde yatan adamın üzerine oturmuş, gittikçe daha sert vurmaya başlamıştı, adamın kaburga kemiklerine. Göğüs kafesine attığı yumruklardan dolayı, adamın ciğerlerinden beyaz bir hava bulutu çıkmasını arzuladı. Şimdi vücudunu bırakıp adamın itici bıyıklarının altına doğru vurmaya başlamıştı. Kanayan, vurduğu adamın dudakları yerine kendi elleriydi. Adamının ölü hücrelerine hapis olmuş pıhtılaşan kanı bedenini terk edemiyordu. Birbirine çarpan et ve kemik sesleriyle ritim tutar bir gibi bir hali vardı Rüzgâr’ın. Ağzından garip sesler çıkartıyordu, bu ritme eşlik eden bir kurt ulumasını andırıyordu. Kırılan cam parçalarından birini yerden aldı Rüzgâr. Adamın boynunun altından, kasıklarına kadar bir yol açtı bedeninde. Suratına oluk oluk kan fışkırmasını arzuladı. Böylesi bir pisliğin kanının aktığını görmek onu rahatlatabilirdi. Ölü adamın damarlarında pıhtılaşan kan, ufak bir çatlaktan sızan su kadar az ve yavaş akmaya başladı. Ve hemen kesildi. Elleri de aynı derece kanıyor ve titriyordu. Adamın iç organlarıyla karşılaşan göz bebekleri büyüdü. Kendisinin fiziksel gerçekliğinden şüphe duyarak, acıyı hissetmek ve varlığından emin olmak için sol kolunda yazılı olan, “Live to win” ibaresinin üzerine, derin sayılabilecek bir kesik attı. Artık kazanacağı hiçbir şey kalmamıştı, bu insanların kaybettiklerinin yanında. Elinde bulundurduğu gücün bir anlamı yoktu. Dünyaya yolladığı hatalı kullarının başarısızlığını öngöremeyip, ilk yolladığı peygamber ve kitapla onlara yol gösterici olamayan, aynı hatayı defalarca tekrarlayan bir tanrı kadar çaresiz ve acizdi. Tanrılar merhametli olamadıkları için tanrı olmuşlardı. Yeryüzünde yalnız başına kalan Rüzgâr’ın da merhametini paylaşabileceği insanlarla karşılamadıkça, kalbi buz tutmaya devam edecekti.
Adamın üzerinden kalktı, cebinde sigara paketi taşımayı alışkanlık haline getirmişti. Canı yanmıyordu, ancak titreyen elleri sigarayı soymasına müsaide etmiyordu. İlk tuttuğu sigarayı yere düşürdü. İkincisini soymayı başardı ve içerisinden çıkarttığı tütünleri yarasının üzerine bastı. Kanaması kısa sürede durdu. Bir sigara içtikten sonra sakinleşti, adamı bağırsakları sokağa yayılmış halde, oğlunun gözleri önünde bırakarak, arabasına bindi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
Ficción GeneralHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...