Rüzgâr’ı uyandıracak hiçbir suni ses yoktu yeryüzünde. Bir günü çevreleyen yirmi dört saatin on ikisini çalışarak geçirecek olanların, başkalarını zenginleştirmek adına kendisine yabancılaşanların, çalışmayı bir prestij algısı haline dönüştüren modern kölelerin işlerine yetişme arzusuyla bastıkları marşın arından çıkan ne motor sesi, ne de trafik de birbirlerine ağız dolusu küfürler eden insanların haykırışları… Biyolojik saat kavramı, sosyal yaşantının sıfır derece olduğu bir kişilik canlı nüfusuna sahip evrende, bal mumundan yapılmış heykellere dönüşmüş bedenler ile birlikte yok olmuştu Rüzgâr için. Dün bugünle devam ediyordu. Gözlerini on saat önce doğan güneşin batma monotonluğuna karşı hafifçe açtı, ağzının kuruluğu akşamdan kalma olduğunun bir göstergesiydi. Başı ağrıyordu. Salon kusmuk kokuyor, gece pişirdiği etin, yağlı saç diplerine sinen kokusunu maskeliyordu.
Alkolden aldığı haz dünyada tek başına hayat sürdürmesinden öncesine dayanıyordu. Damağında bıraktığı tadı mı? Yahut beyninde bıraktığı hazzı mı seviyordu? Bu soruyu koca dünya üzerinde yalnızken düşündüğünde de, ikinci soru aslında bir cevap veriyordu, Rüzgâr’a. Alkolü fazla kaçırdığı her sabah gibi bu sabahta, aynı kelimeler döküldü ağzından, “Bok vardı sanki o kadar içecek. Bir daha bu kadar içersem, tüm ülke arkama dizilsin!”.
Bir daha aynı cümleyi bir daha tekrarlamamak için söz verdi kendisine. Çünkü sağlığını en iyi şekilde muhafaza etmeliydi. Ona yeni bir karaciğer nakli yapabilecek doktor bulamayabilirdi. Kendi ameliyatını yürütme kararı alsa bile sağlıklı bir karaciğer bulma olasılığı, kendisinin doktor olma olasılığından daha düşüktü.
Karşısında duran üç kişi sanki yaşıyordu, sadece vücutlarının belirli bölgelerinde teşekkül etmesi gereken morluklardan henüz eser yoktu. Serap’ın üzerinde bulunan mor geceliğinin dekoltesinden belli olan ve hamilelik süresince büyüyen memeleri, dünyanın hala daha kusursuz bir şekilde işleyen kütle çekimi sistemi karşı koymuş, aşağıya doğru sarkmamıştı.
Vücudunu saran ölü sertliliği de henüz kaybolmamıştı. Bu bir buçuk günde kendini gösterecek türden bir olay değildi. Bedenin ölü katılığını kaybetmesi, değişken ortam sıcaklığına bağlı olarak üç ya da dört gün içerisinde gerçekleşebilirdi.
Cevriye hanımın da kırışıkları azalmıştı...
Sıra Naci’ye geldiğinde ise Rüzgâr gözlerini babasının üzerinde pek tutmadan, susuzluğunu hatırladı. Hiç birisinin üzerine beyaz bir çarşaf örtüp, üzerini de bıçak koymamıştı.
Böbreklerinin ve karaciğerinin feryadına, dudakları da tepki göstererek çatlamış, suya muhtaç haldeydi. Alkol aldığı gecelerde, sabahına karşılaşacağı susuzluğun bilinci ve bir alışkanlık haliyle, pet şişe koyardı başucuna. Bu sabah alışkanlığının aksine, kendisi gibi sehpanın üzerinde akşamdan kalan, bakterilerin bile artık mesken tutamadığı, cam bardağa uzandı eli. Kana kana su içerken dudaklarından çıplak bedenine dökülen damlaların verdiği his, sabahları Serap’ın tenine dokunan ellerini aratıyordu Rüzgâr’a.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...