Bölüm 7

8 2 0
                                    

Ozan, merdivenleri hızla indiği sırada, bir alt katında oturan komşusu Cahit'in hareketsiz bedeniyle karşılaştı. Cahit, Ozan'la aynı yaşlardaydı ve onun gibi yalnız yaşıyordu. Ozan bu adamla ne zaman karşılaşsa, taşıdığı isimin dedesinden kalıp kalmadığını merak ediyordu.  Şuan aklını kurcalayansa, Cahit'tin dedesinin adının da Cahit olup olmadığı değil, onun neden bu halde olduğuydu. Avına yaklaşan bir aslan kadar temkinli yaklaştı, kır saçlı Cahit'e.  Yaşına göre bir hayli erken beyazlamaya başlamıştı saçları. Utanmasa bir köpek içgüdüsüyle koklayacaktı adamı, ona dokunmadan önce. Korkmuştu. Sağ işaret parmağıyla dokundu, kapısını kilitlemekle meşgul olan Cahit'e. "Hayırdır birader?" sorusunu duymayı o anda öylesine arzuladı ki... Balkonundan gözlemlediği kadarıyla Rüzgâr'dan daha çok bilgiye sahip olduğunu düşünen Ozan'ın atladığı bir nokta vardı; şuana kadar hiçbirisine dokunmamış, bedenlerinin soğukluğunu avuçlarında tutmamıştı. Elini adamın bileğine götürdü ve nabzını kontrol etti. Nabzı atmıyordu. Bir tık bile hissedemedi. Nasıl oluyordu da ayakta durabiliyordu? Eğer bu adam bir ölüyse, o lanet bedeni yerde yatıyor olmalıydı. Cahit'i, oracıkta, öylece bıraktı. Daha fazla dokunmak istemedi, morg kaçkını buz tutmuş bedene. Bacaklarının uzun olmasının verdiği avantajla merdivenden iki-üç basamağı aynı anda atlayarak indi. Apartman dışarıya çıktığı anda, giymeyi unuttuğu yağmurluk için, sövdü kendisine. Platonik olarak aşk beslediği, uzun paltolu kadına baktı son kez. Rüzgârın etkisiyle, kalçasının altında dalgalanıyordu, ayak bileklerine kadar uzanan trençkotun yırtmaçlı kuyruğu. Kadının kuyruğuna bakarak ve biraz da endişeli bir ruh haliyle beyaz arabasına doğru yöneldi, Ozan. Unuttuğu bir şey daha vardı; arabasının anahtarları. Zaman kaybetmemek için Nedim'in arabasına doğru sıklaştırdı adımlarını.
Şaşkınlığını dışa vurarak, "Neler oluyor bu şehirde?" diye, yüksek sesle düşündü. Dudaklarına birkaç yağmur damlası çarpınca fark etti susadığını. Diliyle temizledi ıslanan dudaklarını. Damağında kalan kahve tadı, yağmur suyunun tadından baskındı. Uyandığı bu sabahın bir rüya olmasını için dua etti içinden. Hatta sağ elinin üstünü kaplayan derisini, sol elinin uzamış tırnaklarıyla canı yanana kadar sıkıştırdı. Tırnak aralarında birikmiş siyah bakterilerin yerini, bir deri parçası ve kırmızı kan alana kadar sıkmaya devam etti. Yağan bir yağmur damlası kadar olan kan, çoktan karışmıştı, ıslanmış sokağın taşlarının üzerinde gezinen sulara.
Yağmur damlaları gömleğini tenine yapıştırdı Ozan'ın. Islanmaktan nefret ediyordu. Üzerine yapışan ıslak elbiseler ona, biyoloji dersinde, bir anlığına da olsa dokunduğu yılan derisinin soğukluğunu hatırlatıyordu. Pencere ardından yağmuru sevenlerdendi. Nedim'in elinden arabasının anahtarlarını aldı ve koltuk altlarından kavradığı adamı, karısının gözleri önünde çekiştirmeyi başladı. Kaskatıydı adamın bedeni. Ozan, arabayı rahatlıkla yerinden çıkarabileceğinden emin olduktan sonra yere yatırdı, Nedim'in cansız bedenini.

Memur maaşıyla alınmış, 94 model beyaz arabanın motoru, basılan marşın ardından yüksek sesle öksürdü. Nedim'i ezmemeye dikkat ederek çıkarttı arabayı, dün akşamüzeri Nedim'in park ettiği yerden. Yokuş aşağıya, seslerin geldiği caddeye doğru sallandırdı arabayı, birinci viteste. İki-üç araba ilişti gözüne öylece duran. Bir de dolmuş bekliyordu, motoru çalışır halde, bir köşede. Diğer bir yanda ise; el ele tutuşmuş, yüzündeki gülücüklerini, başlarında gözyaşı döken kadına miras bırakmayı arzulayan bir baba ve kız duruyordu. Ozan'ın evinden çıkmadan evvel, çığlıklarını duyduğu kadın olmalıydı bu. Siyah külotlu çorabının sol diz kapağı yırtılmıştı, kızının önünde diz çökmüş ağlıyordu. Aniden Ozan'a takıldı kadının yaş dolu gözleri. Yardım çığlıkları bu defa ağzında değil de gözlerindeydi. İlkokul sıralarında yeşil tahtaya kalkmak istemeyen bir çocuğun, öğretmeninden kaçırdığı şekilde kaçırdı gözlerini, kadından. İki saniye bile bakamamıştı, yardım dilenen gözlere...

"Hayatımdaki herkese mutluluk getirmek isterdim tek dokunuşumla. Hatta abartmalıyım adı üstünde ütopya bu, düşündüğüm anda onlarla olmak, olamadıklarıma vakit ayırmak, insan ayırmamak...
Nice mutluluklar doğurmak isterdim. Herkese yetemiyor ya insan; kimi zaman herkesle kalamıyor, kendiyle bile yüzleşemiyor. Çatlak aynalara gebe kalıyor, kendisini bile net göremiyor, sevdiğim dediğine bile yetemiyor kimi zaman. Yaşam mücadelesi mi koymuşlar adını? Kör oluyor çoğu zaman...
Çok basit aslında sana dokunanlara dokunmak; bir ufak tebessüm, bir tek selam. Yeryüzündeki kalabalıktan mıdır? Bilinmez. Kendi oluyor insan; ben oluyor, tekilleşiyor, kabuğuna çekiliyor çoğu zaman. Unutuyor zamanında yanında olanı ve ona el uzatanı.
İnsanoğlu bu, artık ne eylerse dillime pelesenk olmuş bir tek kelam; eyvallah."

Nerede okuduğunu ve kim tarafından yazıldığını hatırlayamadı bu cümlelerin eşliğinde, insanlığından şüphe duyarcasına bıraktı oracıkta kocasına ağıt yakan kadını. Daha sert basıyordu gaz pedalına. Onun ilk amacı, yardım dilenen iki çift göze yardım etmek yerine, Rüzgâr'a ulaşmaktı.
"Elbet, o kadın da kocası ve kızına kavuşacak." diye, geçirdi aklından.
Kendisi ne zaman kavuşacaktı, içten içe, canını daha geç alması için her an yalvardığı Tanrı'ya? Vitesi ikiye taktı, neredeyse yirmi yaşına basacak olan motorun kart sesi, kulağını tırmalıyordu. Önüne nelerin çıkabileceği meçhul, ama bir o kadar da aşina olduğu yolda ilerlerken etrafını dikkatlice inceledi; dakikalar önce yerlerini terk etmesi gereken arabalar oldukları yerde duruyordu,  her sabah işe giderken gazete aldığı bayi bile açılmamıştı. Ancak gazeteler üst üste birbirlerine bağlanmış şekilde marketin önüne fırlatılmıştı. Yahut dünden kalan bayat haberler iadeyi bekliyordu, mürekkebi birbirine karışmış sayfalarıyla. Ozan, gece yatağa girdikten sonra değişen yeryüzü hakkında, gazetelerin taşra baskılarının haricindeki sayfalarda önemli bir bilgi bulup bulamayacağını merak etti. Herhangi bir virüs ya da salgın haberi manşet olarak geçilmiş olabilirdi. Evden çıkarken açmadığı televizyonundan ötürü kendisine sövdü. Arkasına doğru baktı, kadını görmeyeceğinden emin oldu. Ve arabayı o saniye içerisinde durdurdu. Nefes alırken hırıldayan kanserli bir gırtlağı andıran motor sesinin yokluğu, Ozan'ın kulaklarını rahatlattı. Cebinden çıkarttığı anahtarlığı ile gazeteleri birbirine bağlayan ipi kısa sürede kesti. Eline ilk gelen gazetenin manşetinde, "Edep yahu!" yazıyordu. Bu durumun gazete manşetinde yer alan edepsizlikle uzaktan ve yakından alakası olmadığını, haberin spotunu okuduktan sonra anladı. Eline aldığı diğer gazetelerin de, aynı haberi farklı başlıklar ile mikro dalgadan çıkartıp, yayın politikaları ve çıkarları doğrultusunda kamuoyunun beğenisine sunduğunu fark etti. İçinde bulunduğu karanlığa, hiçbir gazete mum yakamadı. Her biri, basın özgürlüğünde son sıralarda yer alan ülkenin, aynı ölçüde özgür olarak yaşamayı kendilerine yakıştıran insanlarının, haber almayı tercih ettiği kâğıt parçalarıydı. Ozan, göz gezdirdiği, böylesi bir sabaha uyanan dünya için bayat sayılabilecek haberler sayesinde, uzun zamandır gazete kâğıdına dokunmadığını fark etti. Bu tarz haberlere gündelik hayatında rastladığı sürece, Ozan'ın fanzinlere duyduğu hayranlık kat ve kat artardı. Fanzin kültürünü, bir yere ait olmamakla ve sahiplenmemekle ilişkilendirerek, kendisine yakın hissederdi. Her şeyin, hatta duygunun bile metalaştığı bu dönemde, diyalektik düşünmeyi hedef alan, alternatif bir edebiyattı fanzin kültürü. Ozan, kafasını gazetelerden kaldırdığı anda, 20-30 metre ilerisinde duran uzun boylu bir kadın gözüne çarptı, yağmur damlalarıyla birlikte. Gözüne kaçan suyun etkisiyle, istemsizce ardı ardına birkaç kere kapatıp açtı göz kapaklarını. Ve kadının görüntüsü netleşti gözlerinde. Kadından birkaç adım önce, kır saçlı bir adam daha duruyordu, baktığı yerde. Kaldırımın üzerinde, bej rengi bir arabayı arkasına almış, kadına bir şeyler anlatmaya çalışır gibi bir hali vardı adamın. Ozan'ın yer ve yağmur ile çarpışan ayakkabıların çıkarttığı ses, kır saçlı adamın sesinden daha çok duyuluyordu, sessiz sokakta. Koşar adımlarıyla tutturduğu ritme daldı kulakları, neyse ki kendine daha çok işkence çektirmeden varabildi adamın yanına. Hiç de çekilir bir yanı yoktu, 'Şııllapp, şııllaapp' sesinin. Belki ona eşlik eden bir solist olsa, Ozan için daha çekici olabilirdi, bu ses. Çoğu zaman duymak istemediği insan seslerine, bir gecenin ardından hasret kalmıştı. Oysaki yirmi dört saat önce aynı cadde üzerinde, en az yirmi dört arabanın etrafında olduğu bir trafikte, yüksek sesli bir Coldplay şarkısı eşliğinde işine doğru ilerliyordu. Dün, nefret ettiği bu yağmurdan da eser yoktu. Ofise gireceği anda karşılaşacağı aynı simalara, aynı ses tonu ve samimiyetsizlikle yüzlerinde oluşacak olan yapay gülümsemelere sitem ediyordu. Alıştığı monoton hayatın eksikliği, sabahın köründe yüzene çarptığı bir su gibi ayıltmıştı Ozan'ı. Tek duymak istediği samimiyetsiz bir gülüşü takip eden herhangi bir insan sesiydi. Ne dediğinin hiçbir önemi yoktu. Arkasında bıraktığı kadın son anları yaşıyor olsa bile, araban inip onu teselli etmediği için pişmanlık yaşıyordu şuanda.

Bir adım daha atarsa kır saçlı adamın ayağına basacağını fark ettiği anda, havaya kaldırdığı adımını aniden olduğu yere indirdi. Ozan, çatık kaşlı adamı göğüs kafesinin gırtlağıyla buluştuğu noktadan geriye doğru ittirdi. İşe geç kalmış, aceleci, bir çift ucuz, siyah topuklu ayakkabının önüne serildi kır saçlı adam. Kır saçlı adamı olduğu yerde bırakıp, siyah topuklu ayakkabının sahibi kadına yöneldi. Böbrek üstü bezlerinin iç kısmı, bir çift siyah topuklu ayakkabı giymiş kadın karşısında hiçbir zaman bu kadar fazla adrenalin salgılamamıştı. Gözlerini yerden kaldırıp, kadının gözlerine bakacak cesareti saniyeler sonra kendinde buldu. Gözleri, yağmurdan temizlenmiş ve parlayan topuklularından daha parlaktı kadının. Giydiği topuklu ayakkabılarla boyu Ozan'la eşit olan kadın, bir kadeh dolusu martininin içine süs olabilecek, zeytin iriliğinde yeşil gözlere sahipti. Ozan, kadının büyülü gözlerinin etkisinden çıkar çıkmaz, "Bayan, beni duyabiliyor musunuz?" diyebildi.

Bugün sorduğu sorularla konuşmaya yeni başlamış, dünyayı merak eden ve ebeveynlerini bunaltan çocuklardan farksızdı. Bir anda babasının bu durum karşısındaki sabırla verdiği cevaplar geldi aklına. Aynı cevabı bir kokteyl süsü olabilecek zeytin gözlere sahip bayandan da beklemedi. Bırakın aynı sevecenlikteki cevapları, kadın tek bir kelime bile etmedi. Gözleri dolmaya başladı. Anılarıyla birlikte içinde bulunduğu durumunda bu yaşlı gözlere katkısı büyüktü. Yaşama ve Rüzgâr'a ulaşma arzusuyla duygusallığı bir kenara bıraktı. Kendisinin ve Rüzgâr'ında bu hali alabilme ihtimali geldi aklına. Acele etmeliydi. Ama acele,  atalarına göre normal hayatta sadece ölümü hızlandırabilirdi. Yahut bir hayat da kurtarabilirdi. Ozan felsefenin sırası olmadığının farkına vardı. Hiç anlamazdı zaten. Kaldıramazdı, çokbilmiş adamların karşısında gün yüzüne çıkan cehaletini. Tek başına hiçbir şeye anlam kazandıramayacaktı. Rüzgâr'ın evine gitmesi gerektiğine karar verdi. Nedim 'in arabasına yöneldiği sırada, karşı kaldırımdan bir adamın ona doğru koştuğunu gördü. Adam, Ozan'a göre bir hayli iriydi. Boyu neredeyse 2 metreye yakındı. Belki daha fazla da olabilirdi. Evet, kesinlikle daha fazlaydı. İri adam, Ozan'a doğru yaklaştıkça büyümeye devam ediyordu. Adam, Ozan'ın yanına vardığında, sanki ergenlik dönemde olan bir genç gibi, boyu aniden 10 santimetre daha uzamıştı. Bu herif kesinlikle bir çamın yarısıydı. Onun iri bedenine ve uzun boyuna olabilecek, bir hayli gösterişli, lacivert takım elbisesi, usta bir terzinin ellerinden çıktığını belli ediyordu. Kesinlikle bir özel korumaydı bu yarma. Adam Ozan'a ulaşır ulaşmaz neredeyse sevinçten gözyaşı dökecekti.

"Merhaba dostum, seni gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam" diyerek, Ozan'la aralarında olan diyaloğu başlattı iri adam.

"Adım Suat" diye de ekledi, ilk kurduğu cümlenin ardından hiç beklememişti. Adamın ağzından çıkacak son cümlesinin bu olacağından habersiz olan Ozan konuşmaya başladı. Adını pek de önemi yoktu aslında.

"Ben de senin kadar sevindim Suat, sana rastladığıma. Neler olduğuna dair bir fikrin var mı?"

Ozan, Suat'ın anlamsız bakışlarıyla karşılaştığında, bir şeylerin ters gittiğinin farkına geçte olsa farkına varmaya başladı.

"Dostum sende mi?" sitemiyle adamı kontrol etmek için kalbine doğru hafifçe dokundu. 130 kilogramlık adam, Ozan'ın, 10 kilogramlık kolunun kuvvetiyle, arkasında bulunan arabanın yan camına kafasını çarparak yere düştü.

"Birde yere düştüğünüzde, parçalara ayrılıp yok olsanız, Hollywood filmlerinden farkı kalmayacak yaşadıklarımın" diye söylendi kendi kendine. Durumu kendince kabullenmeye çalışıyordu.

Suat'tan da umudu kesen Ozan, Rüzgâr'a doğru yola koyulmadan son kez etrafına bakındı. Hala daha aklı ailesinin başında ağlayan kadındaydı. Böylesi bir dünyada yalnız başına olmak, her saniye kalbinin normalden iki kat daha fazla hızlı atmasına neden oluyordu. Ama bu durumla mücadele etmeyi öğrenecekti. Yahut o da, öğrenemeden cansız bir bedene dönüşecekti.

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin