Ozan ikinci kez aradığında, Rüzgâr, müzik eşliğinde daldığı hatıralardan çıkıp telefona cevap verebildi.
Ozan, Rüzgâr'a ulaşmanın verdiği mutluluğunun yanı sıra, endişe içinde, titrek bir sesle, "Rüzgâr neredesin? Şehirde çok garip şeyler oluyor. Pencereden kafanı dışarıya uzattın mı?" sorusunu sorarak başladı konuşmasına.
Rüzgâr ise, konuşmasını tek bir cümle ile başlayıp bitirmeyi tercih etti, "Ozan, Serap uyanmıyor!"
Ozan, Rüzgâr'ın bu cümlesinin ardından mutfak penceresinin camından gördüğü, hareketsiz insanların başına her ne geldiyse, Serap'ında bu durumun kurbanı olduğunu anladı. Rüzgâr ve Ozan gibi gece uykusunda donup kalmayan insanların birçoğu tenha mahallelerini terk ettikten sonra, ayakta kalan cesetlerin saldığı korkuyla, etrafta koşturarak çığlıklar atıyordu. Mahallesinin bir sokak aşağısında bulunan, cadıları kıskandıran bir çığlık ise bu düşüncesini onaylıyordu. Hemen ardından duyduğu bir korna sesi ise ona hala daha yaşayan insanların varlığının sinyalini veriyordu.
Ozan'a göre kıyamet, okunmayan sabah ezanını takiben bugün yaşanmaya başlamıştı! Ama kendilerine bu ölüm sıranın ne zaman geleceğini bilememesi de korkmasına neden oluyordu.
" Rüzgâr sanırım bu şehirdeki hiç kimse bundan sonra uyanmayacak ya da herkes uyuyacak. Bu sabah, şans eseri ya da kaderin cilvesiyle yatağından kalkan bizlerin akıbetinin ne olacağı meçhul. Mahallemde işine giderken, ansızın yere çivilenmiş iki insan var. Mutfak penceremin tam karşısında ise donuk bakışlı bir bunak, alamıyor bakışlarını işe uğramak istediği kocasının üzerinden. Belki bizim de ağzımızdan midemize doğru, saniyeler içinde donma özelliğine sahip bir çimento dökülecek ve Serap'dan bir farkımız kalmayacak. Korkuyorum Rüzgâr! Sanırım yalnızca Serap değil bu sabah ölümle yüzleşen. Belki de tüm Türkiye ve hatta tüm dünya! Serap için çok üzgünüm..." Son söylediği cümleyi anlamsız bulmuştu, Ozan.
Rüzgâr'dan duyabileceği bir kelimenin umuduyla yarıda kesmişti gözleri dolarak gerçekleştirdiği konuşmasını. Ancak düşünceler ve hayalleriyle bütünleşen Rüzgâr'ın bir başkası veya yaşadığı dünya umurunda değildi, karısı yatakta buz gibi bedeniyle yatarken. Ozan'ın dokuz cümleden oluşan konuşmasını duymazdan gelerek, Serap'ın uyanmayacağını kabullenircesine, bir çırpıda, "Ozan Serap öldü!"dedi.
Ölüm kelimesini yakıştıramadı karısının yanına.
Kime yakışırdı ki ölüm?
Bir de "Allah sıralı ölüm versin" diye basmakalıp bir cümle vardı, yaşlı insanların ardından savrulan! Nasıl olsa onlar gençliklerini yaşayıp sıralarını devretmişlerdi. Yaşam hakkı devir edilebilir miydi? Dört işlem kadar basite indirgenebilir miydi bir hayat?
Gerçi ortada bir sorun vardı; insan yaşlanarak ölemiyordu artık. Yaşını almış ölümlere, yaş dökemiyordu gözler. Rüzgâr, ölen insanların nereye gittiğini düşünürdü, ölümle ilk tanıştığı andan itibaren. İlk olarak ilkokul sıralarındayken yanı başında oturan Adnan tanıştırmıştı Rüzgâr'ı ölümle. Sonra da sırasıyla, iki dedesi, anneannesi ve babaannesi... Hepsinin ardından sorduğu soru aynı olmuştu. "Şimdi neredeler? Bir daha hiç gelmeyecekler mi?"
Ölümü kavramaya başladıkça daha niceleriyle karşılaştı, kimi zaman televizyon ve gazete haberleri sayesinde. Kocası tarafından bıçaklanan kadınlar, uyuşturucudan ölen gençler, bir toprak parçası yüzünden birbirine silah çeken öz kardeşler, kredi kartı borçları yüzünden kendi bedenlerini ateşe verenler, özgürlükleri kısıtlayan hükümetleri protesto ederken polis tarafından atılan gaz fişeğiyle ve kurşunla hayatını kaybedenler, madenlerde yaşanılan çöküntüyle, göçük altında kalarak hayatını kaybeden işçiler... Daha nice cinayetler, anlatmıştı ölümün ne olduğunu ona.
Hiç kimsenin canını almamış veya kimsenin ölüm anında yanında bulunmamıştı, karısı haricinde. Horoz bile kesemez derler ya, işte öyle bir adamdı Rüzgâr.
Serap'ın ve diğer insanların öldüğünün farkındaydı Ozan. Rüzgâr'a hangi kelimeleri seçerek durumu anlatacağını düşünüyordu. Onun gibi düşünerek ve tane tane konuşmalıydı. Ama telefonda olmazdı. Yapamazdı. Sokağa çıktığı anda karşılaşacağı cansız bedenler düzinesi geldi aklına. Saat erkendi, ancak hafta ortası bir günde caddelerde, otobüs duraklarında ve kaldırım kenarlarında insanların olacağından emindi. Telefonun diğer ucunda duran Rüzgâr ve kendisi, yaşayan insanların hala daha var olabileceğini düşünmesine sebebiyet veriyordu. Az evvel caddeden duyduğu uzun soluklu korna sesi ve bir kadın çığlığı da, en azından dört kişinin daha henüz hayatta olduğunu düşünmesini sağladı. Rüzgâr'ın yanına ulaşmalıydı. Ancak, sokakta karşılaşacağı manzaraya karşı, kendisini hazır hissetmiyordu.
"Rüzgâr, ben sizin eve gelene kadar sakın hiçbir yere kıpırdama. Dışarıya çıkarsan neyle karşılaşacağının henüz farkında değilsin. Zaten bu durumu kaldıracak gücün olduğunu da zannetmiyorum. Ben de kaldırabilir miyim bilmiyorum, ama buna mecburum. Şöyle bir risk daha var, sana ulaşmaya çalışırken Serap'la aynı kaderi paylaşabilirim... Eğer bir saat içinde sende olmazsam bil ki, artık ben de bir ölüyüm." Bu cümleyle birlikte ağzından derin bir nefes çıktı Ozan'ın. Rüzgâr, duydukları karşısında ikinci bir şok daha yaşıyordu. Serap'ın soğuk bedeninin ve doğmamış bebeğinin ağırlığını omuzlarından indirmemişken bir de Ozan da mı çıkacaktı onların üzerine? Gereksiz soru sormaktan kaçınırdı Rüzgâr. Bu da o gereksiz anlardan biriydi. Ama duyduğu cümleler onu istemeden olsa soru sormaya itmişti.
"Ne demek istiyorsun Ozan sen? Neler oluyor?"
Serap'ın ölüm haberiyle anlamsız bir şaka girişimine kalkışmayacağının bilinciyle, Ozan'ın sözlerindeki ciddiyeti kavramıştı. Eğer Serap da bu sabaha uyanmış olsaydı, Rüzgâr, arkadaşına hak ettiği küfürü çekinmeden söylerdi.
"İnsanlar birer birer ölüyor, daha doğrusu olduğu yerde kalıyor. Balkonuna çık ve bak diyeceğim ama kimseler yoktur, sizin o tenha parkta bu saatte. Sıradan bir günde göreceğin manzaranın aynısıyla karşılaşacağından eminim. Ben gelene kadar apartmanınızın ön cephesini gören Selen ve Gökhan'ın dairesine geç. Hem de onları da kontrol etmiş olursun, hala daha hayattalar mı diye. Ama göreceğin manzaraya karşı hazırla kendini. Selen ya da Gökhan şu an seninle aynı kaderi paylaşıyor olabilir. Yani sevdiği kişinin cansız bedeni karşısında gözyaşı döküyor olabilir, ikisinden biri. Ya da ikisinin de cansız bedenleriyle karşılaşabilirsin, davetsiz girdiğin evlerinde. Sizde olan yedek anahtarlarını yanına al(Selen ve Gökhan aldıkları yıllık izinlerinde evlerindeki çiçekleri sulamaları için ve herhangi bir acil durumla karşılaşırsa, evlerine onlardan önce ulaşabilecek birileri olması adına, henüz sekiz aydır tanıdıkları komşularına yedek bir anahtar bırakmışlardı) ve kendi daireninkileri de unutma. Her şeye hazırlıklı ol. Sanırım sadece sen yaşamıyorsun bu acıyı. Bensiz sokağa çıkayım deme. Seni de kaybetmek istemiyorum Rüzgâr."
Ozan sadece nefes alışverişini duyabiliyordu Rüzgâr'ın. Ozan, "Anlıyor musun beni?" sorusunu sorarak, Rüzgâr'dan bir kaç kelime duymayı umut etti.
"Seni bekliyorum. Zaten şu an yanımda sen olmadan hiç bir şey yapamam. Yüreğimdeki acı bir zehir gibi sarıyor bedenimi; ellerim titriyor, ayaklarım bana itaat etmiyor... Karımı ve doğmamış çocuğumu bile kabul etmeyen bu dünyada benim ne işim var Ozan?"
Sorusuna cevap verememişti Ozan, etkili bir konuşmacı değildi. Zaten bir cevap da beklemiyordu Rüzgâr. Derin bir nefes aldı, "Dediklerine henüz bir anlam verebilmiş değilim Ozan. Ama söylediklerini harfiyen uygulayacağımdan emin olabilirsin." diyebildi, sesi hüzün barındırıyordu.
Ölümün acısı ellerini çekiyordu kalbiden, Ozan'ın anlattıkları yankılanmaya başladı kulaklarında, "İnsanlar birer birer ölüyor, daha doğrusu olduğu yerde kalıyor..."
Rüzgâr'ın ruhu meraktan diş çıkartmış, bedeninde ulaşabildiği her alanı kemirmeye başlamıştı. Telefonu kapattıktan sonra, karısının soğuk ve günler sonra ölüm kokacak bedeninden, yatak odasından çıkana kadar ayırmadı gözlerini. Uzun koridor boyunca salona doğru çekingen adımlarla yürüdü. Balkonun kapısını açtığı anda onun nelerin beklediğini, Ozan'ın anlattıkları kadarıyla hayal etmeye çalışıyordu. Tüylerinin kabardığını belli eden sağ koluyla, hızlı bir şeklide açtı kapıyı. Evlendikleri günden itibaren oturdukları bu evin, park manzaralı balkonuna ilk adım attığı gün kadar, merakla bakıyordu açtığı kapının ardına. Ödeyeceği kirayı unutturacak sessiz bir park manzarası razı etmişti onu, bu evi tutmaları için. Bir de Serap'ın masum gülüşünün ardındaki ısrarı. Küçük ve belediye tarafından, bilmem kaç yılının seçim arifesinde, çevreci olduklarını göstermek adına ekilmiş yarım düzine çam ağacı çarptı gözüne. Çam ağaçlarının dalları, bir mıknatıs gibi çekiyordu gökten akan suyu, dipleri, açıkta kalan alanlara nazaran biraz daha kuru ve çamursuz sayılabilirdi. Bu yağmurda bile "bilmem kimin belediyesi" yazan bankların üzerinde uyuyabilecek, tanıdık bir evsizi aradı gözleri. Ne zaman o adamı görse, katillere imrenen bakışlarından çekinerek, fazla göz göze gelmemeye dikkat ediyordu Rüzgâr. Çöp toplayarak geçimini sağlayan bir adama göre gayet şişkin pazulara ve gergin vücut hatlarına sahipti. Kollarında beliren damarları, küçük bir şelaleyi andırıyordu. Rüzgâr'la aynı boy ortalamasına sahip olmalarına rağmen, aralarındaki 10 kilogramlık farkı astigmat rahatsızlığına sahip bir kişi bile görebilirdi. Yaz-kış üzerinde asker yeşili, kolsuz bir atletle gezen adam, kim bilir bu gece şarabının unutturma etkisiyle nerede sızıp kalmıştı? Ozan'ın da söylediği gibi bir kişi bile yoktu parkta. Rüzgâr'ın yaşananları anlamayabilme umudu Selen ve Gökhan'ın caddeyi gören balkonuna kalmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
Fiksi UmumHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...