Bölüm 18

2 1 0
                                    

Doğal afet sırasında toplanılması gereken bölgenin üzerinde borusunu öttüren bir alışveriş merkezine fazla zorlanmadan girdi Rüzgâr. Alışveriş merkezinin dışında, camdan bir kulübede bekleyen güvenlik görevlisi kendisine, “Hayırdır hemşerim?” sorunu yöneltmemişti. Kafasını, kredi kartlarına yapılan taksit kısıtlamasının ardından değiştiremediği cep telefonuna gömmüştü ve kaldırmaya da pek niyetli değildi. Rüzgâr, camdan kulübeye girerek yaka kartından, adının “Haşim” olduğunu anladığı adamın cep telefonuna bir göz attı. Herhangi bir cevapsız çağrı ya da mesaj olduğunu belirten bir yazılı ibare yoktu ekranda. Haşim’in, kemerinin üzerine asılı olan siyah telsiz dikkatini çekmemişti Rüzgâr’ın. Adamın belinden aşağısı oturduğu masanın altına gizlenmişti. Alışveriş merkezinin içerisine girebilmek için camdan oluşan sensörlü kapıyı, parmak uçlarıyla biraz zorlaması yetmişti. Kapının üç adım ilerisinde, metal detektörünün yanına konulmuş bir masada oturan diğer güvenlik görevlisinin kadın olduğunu fark edince, başını önüne doğru eğdi Rüzgâr. Bir daha başka bir kadının yüzüne baktığında, ne zaman Ecrin’in yüzünü hatırlamayacağını düşünmeye başladı. Artık sadece kendisine tatmin hissini verebilecek olan penisini, o anda kesmek istedi. İdrar kesesini boşaltmayı amaçladığı anlarda bile aklına düşecekti Ecrin. Bir kadın görmesine veya libodusunun onu dürtmesine gerek kalmayacaktı. O anda taşıdığı uzvuna nefretle baktı. İçinde bulunduğu yoğun duygularla baş edebilmek için, fiziksel olarak kendisine tattıracağı bir acı her şeyi unutmasına sebep olabilirdi. Hissettiği yalnızlık ve yalıtılmışlık duygusunun üzerine bir örtü arayışı içerisine girmişti. Bunu yapabilmesi için öncelikle hazırladığı alışveriş listesinde yer alan bir çakıya sahip olması gerekliydi. Buraya ne için geldiğine odaklanmaya çalışıyordu yeniden. Elleriyle ceplerini yokladı. Yaptığı listeyi evde unutmuş olduğunun farkına vardığı anda, sağ avuç içiyle alnına doğru pek de hızlı sayılmayacak tonda bir darbe indirdi. Canı kıymetliydi. Bu zamana kadar tek bir kavgaya karışmamış, sevmediği Naci’den bile bir fiske dahi yememişti. Matematik öğretmeni Gülse’den yediği tokatı hatırladı. Hâlbuki, alnına attığı tokatın şiddeti, yeni doğan bebeğin kıçına atılandan farksızdı. Neredeyse gözleri dolacaktı. 

Serap’la birlikte, bu ve benzeri tüketim katedrallerine gittikleri zamanlardan çok daha farklı gelmişti, şuan da içinde olduğu mekân gözüne. Diğer her yer için geçerli olduğu gibi, burasının da insanlar olmadan pek bir anlamı yoktu. Alışveriş merkezinin insanlarla dolu olduğu zaman dilimlerinden çok farklı bir havaya büründüğünü fark etti Rüzgâr. Peter Corrigan’ın, “Tüketim Katedrali” olarak adlandırdığı çok katlı alışveriş merkezi, şuan da bir mahzeni andırıyordu. İnsanların zincire vurularak işkenceye maruz bırakıldıkları koca bir mahzen kadar gizemliydi. Işıkların parlaklığından ve vitrinlerin göz alıcılığından eser yoktu. Tüm kapılar kapalıydı. Büyüsü bozulmuş, modası geçmiş bir müzeden farksızdı; sessiz ve ıssız. Rüzgâr’ın adımları giriş kapısından uzaklaştıkça, elindeki mopla yerleri silerken beliren, gece vardiyasında çalışarak yaşamı sonlamış bir temizlik personeli, nokta koymuştu ıssızlığa. Adamın, gri üzerine beyaz çizgilerden oluşan ya da tam tersi şekilde göze çarpan, tek tipliğin göstergesi olan iş kıyafetleri onu bu mahzenin mahkûmlarından kılmıştı, Rüzgâr’ın gözünde. Güvenlik görevlilerinin aksine, gece vardiyasının rehavetine kapılan, saçları yaşına göre erken dökülmeye başlamış adam, yaka kartını takmamış, Rüzgâr’a kendisini tanıtamamıştı. Adamın ceplerini kurcalama başlayan Rüzgâr, bir kaç parça beyaz kâğıt havludan başka bir şey bulamadı. Bu hareketinin alışkanlık haline dönüşeceğinden habersiz, adamı orada kaderine terk ederek, parlayan zeminde yürümeye devam etti.

İnsansız, metallerle çevrili alışveriş merkezinin büyüsü kendisini göstermeye başlamıştı. Rüzgâr, alışveriş merkezinde yaşamını sürdürmeyi geçiriyordu aklından. Ona, hayatta olan ve biteni unutturacak her şey vardı burada; çelik, cam, tahta, kumaş, kitap, iyi muhafaza etmesi halinde ömrünün sonuna kadar yerli olacak yiyecek, fastfood restoranlarında alacağı sağlıksız yüzlerce kaloriyi yakabileceği spor salonu, oyun salonu hatta sinema salonu... İstediği filmi izleyebilirdi, ancak, Serap’ın dudaklarından yoksun olarak, Ecrin’i hatırlayarak. Belki de girişte karşılaştığı güvenlik görevlisi kıza, kendisine eşlik etmesi için bir teklif sunabilirdi. Henüz Ecrin’in bakışları ve hareketsiz bedeni gözlerinin önündeyken bunun için bir müddet yalnız zaman geçirmesi gerektiğine kanaat getirdi. Üzerine yapışan dokuz harften(nekrofili) kurutulduğu zaman, burada karşılaştığı tek kadının yanına tekrardan gidebilirdi. Ya da hiçbir zaman kurtulamaz ve bir şişme bebeğe ihtiyaç duyabilirdi.

Milyarlarca insan yaşıyorken, nasıl oluyor da bir şişme bebeğe muhtaç kalıyordu insan? Çok mu çirkinlerdi? Zihinsel ya da fiziksel engelleri mi, onlara engeldi? Kültürel açıdan mı yoksunlardı? Kendilerinin de, her geçen yıl yaş alacaklarını unutarak, daha diri ten mi arzuluyorlardı? Gözleri mi renksizdi? Spontaneleri mi gelişmemişti? Birbirlerinden elektrik alamıyorlar mıydı? Tesla, insanların birbirlerinden elektrik almaya çalıştığını duysa intihar eder miydi? Edison kına yakar mıydı ardından?

Rüzgâr, insanların iletişim süreçlerine etki eden faktörleri kendince sıralarken bir yandan da, Ecrin’i suni bir kadından farksız görerek yaptığını meşrulaştırıp, zihnini rahatlatmaya çalışıyordu.

Edineceği şişme bir yatakla, ya da peşinden sürükleyeceği ve sağlıklı bir uyku vaat eden ortapedik bir yatakla, her gün farklı bir mağazada uyuyabilirdi. Sadece bunları elde edebilmek için çalışmıyor muydu daha düne kadar? Artık bunlar için ne çalışmasına, ne biriktirmesine, ne de kredi kartı ekstresini takip etmesine gerek vardı. Sadece bu alışveriş merkezindeki ürünler değil, tüm dünya üzerindeki metalar onundu. Çoğu insan gibi o da,  yalnızca bulunduğu yer kadar düşünebiliyordu şuanda. Maddi açıdan varlıklı olanların mabedinde tıpkı onlar gibi rahatlamaya çalışıyordu. Üç kuruş daha fazla maaş alabilmek için etraflarında dönen satış asistanlarının, yapmacık gülüşleriyle ve içten içe hazmetmeye alışık oldukları küfürleri eşliğinde, hatta onların o halleriyle kendilerini mutlu hissedebildikleri tek yerdi burası. Ürünlerden ziyade, girdikleri mağazaların çalışanlarına sahip olma hissiyatıyla, mutlu olduklarını sandıkları tek yer... Babalarının yahut analarının bir başkasını ezerek sahip oldukları paraları, evlatlarının da, bir başkasına sahip olduğuna sanarak harcayabildikleri tek yerdi burası...

Alışveriş merkezinin, markalar adına tahsis ettiği onlarca metrekareye sahip üç duvar ve kocaman bir girişten oluşan yerler, ünlü bir psikiyatrın terapi odalarından farksızdı. Rüzgâr, regli öncesi, dürtü kontrol bozukluğu gösteren bir kadın gibi, mağazalar arasında mekik dokuyordu. Psikiyatri literatürüne, 1900'lü yılların başında, "Oniomania" olarak girmiş olan bu bozukluk, son yıllarda "kompulsif alışveriş" şeklinde tanımlanış ve şuan Rüzgâr’ı ele geçirmişti. Alışveriş, Rüzgâr’ı rahatsız eden gerçeklerin üzerini örten bir sis perdesiydi o an için. Dünyaca ünlü bir markanın, dünyaca ünlü bir reklam oyuncusu gibi gülücükler saçıyordu etrafına. Tüm o markalar, insan bedeniyle buluştuğu anda, mutluluk vereceğini, insanları tüm dertlerinden arındıracağını vaat ediyordu, dilleri olan reklamlar sayesinde. Bu süre gelen sistemin aslında hiç kimseye yalan söylediği yoktu. İnsanlar inanmak istedikleri kelime örgülerini sahipleniyor ve geri kalan her şeyi görmezden geliyordu. Sistem herkese ve her keseye göre bir aforizma bulmuştu.

Rüzgâr, yaptığı ancak ve yanına almadığı alışveriş listesinin dışına çıkarak her bir elinde onar torba olduğunun farkına varınca, durma kararı alabilmişti. Alışveriş merkezinde bulunan nesnelerin, insanı ve toplumsal ilişkiyi yapaylık, hile ve yararsızlık töhmeti altında bıraktığını dakikalar sonra kavrayacaktı.

Büyük ve kutsal katedralde alışveriş ibadetini yerine getirmişti Rüzgâr. Karından ziyade, göz doyurma endeksli fastfood restorantının birinde, kendisinin hazırladığı üç basamaklı bir hamburgerle karnını doyurmuştu. Yolculuk için artık hazırdı. Erkenden kavuştuğu bir emeklilik olarak görmeye çalışacaktı bu durumu. Ailesini kaybetmiş, zengin ve yalnızlığı tercih etmiş bir adam olarak bekleyecekti, diğerleri gibi olacağı zamanı. Yanından geçtiği güvenlik görevlilerine, ellerinde taşıdığı dünyaca ünlü markaların torbalarıyla hava atarken kendisini dokunulmaz hissetmişti. Dokunulmazlık kalkanlarını yere bıraktı Rüzgâr, alışveriş merkezinin dışarısından binayı incelemeye başladı. Gerçekten de büyülü bir mabedi andırıyordu. Artık kimsenin buraya gelip tapınamayacak ve günahlarından arınamayacaktı.

  Alışveriş merkezinin ulaşabildiği her alanına döktüğü benzin ve kolonyaların vücudunun herhangi bir yerine bulaşmadığından emin olduktan sonra cebine attığı çakmağı çıkarttı. Hırsızlığına tanıklık eden kamera kayıtlarını yok etmek için dâhiyane bir plandı bu. Eğer tekrardan dirilseler bile kimse onun burayı kundakladığını anlayamayacaktı. Her köşe başına konulmuş Mobese kameralarını unutuyordu, birazdan yakacağı katedralin heyecanıyla. Alevlerin hâkim olacağı bu gösteri, gece vardiyası için içeride bulunan personellerinde bir nevi cenaze töreni olacaktı. Döktüğü benzinden bir kaç adım geriye doğru attı Rüzgâr. Elinde tuttuğu ve rüzgârın etkileyemediği uçak benziniyle alev alan çakmağı yakıp, çıkış için çizdiği yola doğru fırlattı. İnsansız bir şehrin ekonomisine indirdiği darbeyi keyifle izliyordu. O anda içerisini alevlerin sarmaya başladığı bina, Rüzgâr’a bundan yıllar önce izlediği “Fight Club” filminin son sahnesini hatırlattı. Şahit olduğu ve gözlemlediği hayatın, bilinçaltında oluşturduğu enerji alanı, kendisini bu şekilde ortaya çıkartıyordu. Chuck Palahniuk’un  hayal dünyasından çektiği bu kopyanın ardından, aralarına çektiği ince çizgiyi düşünüyordu şimdi. Aralarındaki fark hemen çarpmıştı Rüzgâr’ın gözüne, kendisi hiç bir çaba göstermemişti bu planını hayata geçirebilmek için. Sadece ona sunulan rolü üstlenerek, spontanesini kuvvetlendiriyor, ya da yıkıma uğratıyordu. Hiç kimseye bir yarar yahut fayda sağlamayacaktı yaptıkları. En önemlisi, henüz kendisine Tyler Durden  gibi hayali bir yandaş yaratacak kadar da delirmemişti.

Oğluma yakıştırdığı yazarlık sıfatını kendim üstlenmeliyim belki de. Beyaz bir kâğıda anlatmalıyım her şeyi.

Kendisini, o anda, şuana kadar sahip olamadığı her şeyin sahibiymiş gibi hissediyordu. Tüm şehir, tüm ülke ve belki de tüm dünya artık onundu. İnsanların hiçbir önemi yoktu. Sahip olduğu üretilmiş, hazırda olan araçlarla mutlu olacak ve varlığını devam ettirmeye çalışacaktı. Metalardan başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ne hayvana ne de bir insana. Düne kadar var olan insanların yaptığı gibi onlara özenerek, ‘-mış’ gibi yaşayarak hayata tutunmaya çalışacaktı.

Etrafı saran ne bir siren sesi, ne de meraklı bakışlarını alışveriş merkezine diken insan topluluğu vardı.

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin