Bölüm 12

4 1 2
                                    

Rüzgâr'ın, o gün içerisinde dokunduğu dördüncü cansız bedendi Ozan. Cesetlerden korkmamayı öğreniyor gibiydi, nabız aralığı yetmişlerde seyrediyordu. Dördüncü kez karşılaştığı cansız bedenler onun için artık düşük bir tehdit algısı yaratıyordu. Hepsine dokunmuştu. Beyninde bulunan amigdala bölgesindeki nöronlar için, bu cansız bedenler belirsizlik olmaktan çıkıyordu. Duyu organlarının aynı şiddet seviyesini koruyan bir uyarıcıya sürekli maruz kalması sonucu, bu uyarıcı ilk etkisini giderek kaybediyor ve bu uyarıcıya karşı tepkinin giderek zayıflaması neden oluyordu. Bedeninin duyumsal uyum süreci cesetlerle uyum içinde yaşamayı öğreniyordu; Ozan'ı ıslanmış koltuk altlarından kavrayıp Selen'in yanına hiç bir şey söylemeden yatırdı Rüzgâr. Kendi evine koşar adımla ilerleyip şifonyerin üzerinde duran cep telefonuna sarıldı. Bir gözü telefonda, diğer gözü ise Serap'taydı. Şehir merkezinden 50 kilometre uzakta oturan anne babasına ulaşmak için, iki farklı numarayı defalarca aradı. Ama cevap alamıyordu. Elindeki cep telefonunun rehberinde bulunan numaraları alfabetik sırayla aradığı esnada, salona doğru yöneldi, televizyonu açtı. Bant yayınları olan akışıyla devam ediyordu, bir süre sonra onlarda, Miami'nin hava durumundan bahseden, CNN İnternational spikeri gibi donup kalacaktı. Ülkesinde canlı yayın üzerinden haber sunulması gereken kanallarda ise, renkli kutucuklar ve uzayıp giden 'biiipp...' sesinden başka bir şeye rastlayamıyordu. Uluslar arası kanallarda karşılaştığı manzara, sadece bulunduğu şehirde ve ülkede değil, tüm dünya üzerinde donup kalan bedenlerin olduğunun ispatıydı; bir spor muhabiri elindeki sarı başlıklı mikrofonu, teknik direktör Morinho'nun ağzına doğru uzatmış, her ikisi de ağzı açık bir şekilde bekliyordu. Yanın ekibi de onlarla aynı kadere mahkûm olmuşlardı ki, yayını kesememişlerdi. Bir uzak doğu kanalında ise, Rüzgâr'a nazaran çekik gözlü olan bir grup insan, ellerinde Çince mi yoksa Japonca mı olduğuna karar veremediği pankartlarla yürüyordu. Daha doğrusu yürümeye çalışıyorlardı. Kimisi de, yürüyenlerin hareketsiz bedenlerine ne olduğunu anlamaya çalışırcasına onlara bakıyordu. Kameranın arka planında kalan görüntüde ise, bir kaos ortamının patlak vereceğini sananlar, kendilerini sıkışık trafiğin içine atmışlardı. Canlı ama cansız yanınlar, pembe diziler, belgeseller, tekrarlanan spor müsabakaları, renkli kutucuklar ve uzayıp giden bir 'biiipp...' sesi... Tek eksik, nesnelerin kullanım değerini arttırmak yerine, aksine bu değeri eritmeye, onları moda algısı altında hızla yenilemeye sürükleyen reklamlardı. Serap'ın gün boyunca deri altına, 'almalısın' mesajını işleyen, her üç kanalda bir denk gelebileceği reklamlara rastlamadı Rüzgâr. Parayı piyasada tutan reklamlardan eser yoktu. Sessizce düşünmeye başladı:



Ne bekliyordun ki, ister politik, ister eğitici, isterse kültürel içerikli olsun, insanları karmaşık bir anlamsızlık bütünlüğü içerisine iten haber programlarından? Onlardan gerçeği söylemelerini mi bekliyordun? Daha iyi haber verebilmek için, insanlığı daha ileriye götürebilmek için, ellerindeki gücü daha iyi pazarlayabilmeleri için, farkındalık yaratmak için, hatta ve hatta daha iyi toplumsallaştırabilmek için yaptıklarını savundukları haberler... Hepsi birer palavra. Sanırım insanlar, akılcılaştırılmak yerine, duygularına hitap edilerek, uyuşturulmayı ve düşünmemeyi istiyorlar. Gücün, iktidarın, kapitalistlerin çıkarları ve sahipliği doğrultusunda kurgulanıp, kamuoyuna sunulan haberler...



Televizyon gene amacına ulaşmış, Rüzgâr'ın enerjisini içinden çekip almıştı. Elleriyle başını tutuyor, bir elinden tavana doğru uzanan kumanda, onu, tek boynuzlu bir yaratık gibi gösteriyordu.



Aradığını televizyonda da bulamayan Rüzgâr, elindeki kumandayı hiddetle tekli koltuğun üzerindeki, çiçeklerle süslenmiş yastığa doğru fırlattı. Uluslararası kanallar, aklına yurtdışında bulunan arkadaşlarına ulaşabileceği fikrini getirdi.

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin