İnsanoğlunun yaradılışından bu yana bilinmezlik karşında kapıldığı ve adını korku koyduğu hissiyat Rüzgâr’ı, sadece anne ve babasının evinin kapısını açmak için kullanacağı silahı bundan sonrası için de yanından ayırmamaya ikna etmişti. Apartmanında olduğu ve dışarıya adım atmadığı sürece, etrafını çevreleyen cansız bedenlerin kendisine zarar vermeyeceğine emindi. Şuan durum değişmişti, artık ölülerin olduğu sokağa adım atıyordu. Ya da olmadığı... Henüz emin değildi. Bir ihtimal parktan biri geçer de yanan ışığı fark eder düşüncesiyle, evin parka bakan camlarının bulunduğu salonun ışığını açık bırakarak çıkmıştı dışarıya. Dünya adına uyarlanmış bir yaratılış efsanesinin içinde olmadığına kendisini inandırmaya çalışıyor, etrafını çevreleyen duvarlar olmadan korunmasız hissediyordu. Bilinmezlik salmıştı zehrini, Rüzgâr’ın aklına. Ona nefretle bakan, birbirini sevmeyen, sadece kendi için yaşayan bireylerin fişi çekilmişti artık. Korku kültürünün egemenliği sona ermişti. Ellerinde silah tutan militaristler, coğrafyaları bölen söylemleriyle siyasi liderler, giydiği üniformanın güvencesi altında, güvende tutması gerektiği kişileri coplayan polisler…(İnsanı insandan, insanın korumasını bekliyorlardı; insan olsalardı birbirlerinden korunmaya ihtiyaç duyarlar mıydı?) Hiçbirisinin ruhunu barındırmıyordu artık yeryüzü. Hepsini kusmuştu.
Artık kimseye zararları yoktu, öylece durdukları yerde duruyorlardı. Kimisi yatıyor, kimisi yiyiyor, kimisi içiyor, kimisi de işe yürüyordu. Bazıları utanmadan sevişiyordu, daha da nüfuz katmak için, Stephen Hawking’e göre 800 yıllık ömrü kalmış Dünya’ya. Bu da en iyi ihtimalle, dokuz nesil daha demekti. Ama artık her şey yarıda kalmıştı, onlar için. Sermeye sahiplerinin çalışanlara her zaman hak ettiklerini ödediklerini düşündükleri, ancak çalışanların da hiç bir zaman emek değerinin karşılığını alamadıkları işleri, onların da hak ettiği gerçek değeri ödemeyerek sahip oldukları yiyecekleri, içtikleri içecekleri, sevecek birileri, öldürecek ve dokunacakları bedenler yoktu. Yeryüzündeki her şeyin sahibi Tanrı değil, şuandan itibaren Rüzgâr’dı! Adı ne olacaktı Müslümanlıktan sonra gelecek dinin. İsterse o anda karar verebilirdi buna. Rüzgâr’ın da kendi kendisini yönetmesinin adına da mı Monarşi denilecekti? Nasıl yazacaktı tarih kitapları, Rüzgâr’ın tek kişilik egemenliğini? Yahut yazacak mıydı, geleceğe dair bir aktarıcı olmadan? Artık hiç birisinin önemi yoktu. Dünya’ya anlam katan insanlar olmadan dünya bir hiçti. Hayatı zindan eden de insandı, yaşamaya değer kılan da... Hepsi, donuk bedenleriyle birlikte yok olmuştu, yarım bıraktıkları ya da o an yaşadıkları hayalleriyle birlikte.
Rüzgâr, geçen saatlere rağmen hiçbir değişiklik yaşanmayan sokakta, omzunda taşıdığı tüfekle dimdik ve özgüveni yüksek bir bireyin bakışlarıyla yürüyordu. Yağmur saatler öncesine nazaran şiddetini dindirmiş, arkasında tehdit olarak, karanlık gökyüzüne beyaz bulutları serpmeyi ihmal etmemişti. Yıldızlar için henüz erken bir saatti, ancak bulutlara rağmen ay her zamanki yerini erkenden almıştı. Rüzgâr, başını bir sağına bir de soluna çeviriyordu. Arkasına dönmeyi de ihmal etmiyordu. Ozan’ın oluşumunda büyük pay sahibi olduğu kaza mahalli, markete doğru attığı adımlarla birlikte arkasında kalıyordu. Siyahın sokağa kurduğu hâkimiyetle birlikte, hareket eden her şeye havlayan sokak köpekleri, bir çöp konteynerinin yanında sessizce duruyorlardı. Rüzgâr, köpeklere bakarken, beyni soru yağmuru altında kalmış, neye baktığını idrak etmeye çalışıyordu.
Ne içindi onca çaba?
Başkalarının özgürlüklerini, haklarını hiçe sayarak yarattıkları kendi özgür dünyalarında kendilerine hizmet ettiklerini sanarak, hizmet ettiklerini unutmak ve görmezden gelmek için miydi? Kendileri için yaşadıklarını savunurken, kendileri için gerekli olan maddi imkânlara, başkalarına hizmet etmeden asla sahip olamayacaklarını unutanlar neredeydi şimdi? Peki ya onlar yeryüzünde ışık yokken, hiçbir şeyi bilmiyorken ilk neyden korkmuşlardı? İlk insan. Belki de yaşam kaynağı olan sudan, denizlerden, ilk kez duydukları ağaçlara çarpan adını taşıdığım rüzgârdan, onları ilk karşılaştıkları anda koklamak isteyen, ama sonradan onları, kırmızı olarak tükettiğimiz bu hayvanlardan... O zamanlar korkmadıkları tek bir şey olabilirdi; kendisi gibi olan insanlar! Azlardı, hayatta kalmak için birbirlerine ihtiyaçları vardı. Doğada çırılçıplak olarak dolaşanların olduğunu bilerek mi korkuya kapılmışlardı? Edinilen ve nesiller boyu biriken tecrübelerle sahiplenilen toprak parçaları için mi, bir insan diğer bir insanın canını almaya başlamıştı? İlk cinayet sebebi neydi? Açlık mı? Kadın mı?
Adımlarıyla birlikte, Rüzgâr’ın kafasında oluşan sorular da sıklaşıyordu.
Pek de haksız sayılmazlardı aslında bunca adı bile konulmamış bir bilinmezlik karşısında korkup kendilerini savunmak isterlerken, dünyaya bir elma yüzünden cezalandırılarak çırılçıplak inen iki kişi? Ya da onlardan sonrakilerin pek çok kere korkmaya hakkı vardı. Atalarının ve genlerinin birer ensest düzenden geldiğini anladıkları anda, birbirlerinin kadınlarına dikilen her gözü tehdit olarak sayabilirlerdi. Tek sorun toprak olmaktan çıkmıştı. Yemek, toprak, kuraklık, post, mızrak, kılıç, namus... Sorunlar artık bir değildi. En başında çivisi çıkıktı dünyanın? Ya da karanlığa gömülü dünyaya, bir çiviyi bile layık görmemişti hiçbirisi. Ceza sistemiyle başlayan dünya üzerindeki insanlığın yaradılış efsanesi tekrar bir ceza döngüsü içine mi girmişti? Bu sefer milyarlarcasının günahı, sadece benim omuzlarıma mı yüklendi? Ben neden hala hayattayım?
Yürürken omzundan tutmaya çalıştığı tüfeği, yer çekimine kapılıyor ve aşağıya doğru kayıyordu. Elini tüfek askısına götürdü ve silahı kendisine doğru çekti.
Artık doğada bir şeyler bilen ve her şeye kolaylıkla ulaşmaya başlayan 12. yüzyıl toplumu neden ve kimden korkmuştu da, silahlara kendisini savunmaya ihtiyaç duymuştu? İlk çağ insanı, sonradan Tanrı olarak adlandırdıkları doğadan korkup birbirlerinden destek alırken, modern devrin insanı her şeyiyle bilinen bir evreni sahiplenmek yerine, ona ihanet ederek birbirlerinin kuyularını kazıyor ve birbirlerinden korkuyorlardı. Sistem, işleyişin iyi veya kötü olmasıyla hiçbir zaman ilgilenmiyordu. Sistem döngüsünün işleyebilmesi için, barınma ve gıda ihtiyacını sağlayamadığı halkının sözde korunma ihtiyacına milyonlarca lira harcayabilmek adına sebepler yaratıyorlardı; önce korkuyu pazarlıyor, ardından onu, silah, tank, uçak, araba alarmı, kırışıklık kremi, buzdolabı, anahtar, kasa... rahatlıkla takip edebilirdi. Halkı korumakla yükümlü gücü elinde tutanlardan korkması gerektiğini öğreniyordu, halk. Suç oranını en aza indirgediklerinde, devlete bağlı çok sayıda polisin, gardiyanın, hapishane görevlilerinin, psikologların, psikiyatrların, avukatların ve bunları bir arada tutan binaları tasarlayan mühendis ve mimarların da aç kalacaklarından mı korkuyorlardı? Boka batmış dünya döngüsünün devamı için bu sistemin, adi ve bir o kadar boka batmış insanlara, daha çok silah, daha çok TOMA’ya, daha çok kurşuna ve daha daha çok paraya ihtiyacı vardı. Tüm bunları görmezden gelen insanoğlu tek bir şeyi, hiç bir numara gözlüğe ihtiyaç duymadan görebiliyordu; para. Tekelleşen medya sayesinde çıkarlar doğrultusunda yücelttikleri streotiplere ulaşmak için, metalaşan insanlara dönüşme arzusuyla hırslanıyorlar ve kim onlara daha iyi imkân sunuyorsa, onun kölesi oluyorlardı. Hepsi, tükettikleri markalı ürünler sayesinde birbirlerine üstünlük kurabilmek içindi. Kendi kaderlerin söz sahibi olmayan insanların hayata bağlanma arzusuydu bu döngü. Üzerinde emeği oldukları fabrikalarında, üretiminde aktif olarak rol oynadıkları ama hiç bir zaman sahip olamayacakları ürünlere kavuşmayı arzulayarak hayata tutunuyorlar, özgürlüklerini televizyon haricinde hiç bir yerde göremeyecekleri kişilerin ellerine veriyorlardı. Uygulanan eğitim sistemi ile gelişme çağında olan bireyleri, onlarla birlikte gelişen teknoloji ile pasifize ederek, işlerine gelen eğitim sistemini, sorgulamayan ve sunulandan tatmin olan bireylere rahatlıkla yedirebiliyorlardı. Pasifize etme politikası ses etmedikleri, aksine destekleri neoliberalizm ile el ele vererek kusursuz bir şekilde işliyordu. Neoliberalizm ile ülke gelişim politikasını, kendi ceplerini doldurma politikası olarak yoğuran iktidar, postmodernizimin, çeliğin, camın, mimarinin yardımıyla metayı geliştiriyor ve saygınlığını arttırıyordu. Ama bunun yanında, ters bir orantıyla insan ve onun hakları değer kaybediyordu. Merkeze koyulan şey insan değil, sadece parayı kazandıracak olan metalardı. Nasıl ve kimlerin canın mal olarak kazanıldıklarının hiç bir önemi yoktu! Toplum, hırsızı, katili, dolandırıcıyı, dinciyi, gayı, lezbiyeni, ateisti, sağcıyı, solcuyu, liberali birbirinden ayıramazken, bilinçsiz bilinçle herkes birbirini ötekileştiriyor, içine doğduğu toplum ne yapıyorsa o da onlardan kopya çekerek yaşamaya çalışıyordu. Bununla birlikte öteki olan ötekini kendisine tehdit görerek, birbirlerinden korkmaya mecbur kalıyordu. Dünya, kusursuz bir şekilde işleyen fotokopi makinesi gibi fotokopileşen insanlara gebe kalıyor, ikiz ve üçüzün modası geçiyor, milyonizler doğuyordu. Korku kültürü böylece her tabakada ve kesimde kusursuz ilerleme gösterebiliyor ve kendisine bir alan yaratabiliyordu.
Bu alan, şuan da ise Rüzgâr’ın tek kişilik hayatında milyarlarcasının cansız bedenleriyle yeryüzünde olduğu daha dar bir alana indirgenmişti. Tek başınaydı ve onun gibi kanlı, canlı olmayanlardan korkuyordu. Yahut onun gibi olan ve bu durumu onun gibi tehdit olarak algılayanlardan... Gene değişen bir şey yoktu, şuan Rüzgâr için herkes ötekiydi. Rüzgâr’ın, omurgasının üst bölümünde taşıdığı yaklaşık 1.3 kilogramlık, buruşuk bir et parçası görevini yerine getirmek için harekete geçmişti. Gün içerisinde yapması gereken onca şeyi unutturabilirken, şimdi ise çocukluğunda yaşadığı önemsiz bir anıyı gözlerinin önüne serebiliyordu. Rüzgâr’da ilk olarak bir insan tarafından korkutulmuştu. Hem de en yakını olan annesi tarafından.
Artık doğada bir şeyler bilen ve her şeye kolaylıkla ulaşmaya başlayan 12. yüzyıl toplumu neden ve kimden korkmuştu da, silahlara kendisini savunmaya ihtiyaç duymuştu? İlk çağ insanı, sonradan Tanrı olarak adlandırdıkları doğadan korkup birbirlerinden destek alırken, modern devrin insanı her şeyiyle bilinen bir evreni sahiplenmek yerine, ona ihanet ederek birbirlerinin kuyularını kazıyor ve birbirlerinden korkuyorlardı. Sistem, işleyişin iyi veya kötü olmasıyla hiçbir zaman ilgilenmiyordu. Sistem döngüsünün işleyebilmesi için, barınma ve gıda ihtiyacını sağlayamadığı halkının sözde korunma ihtiyacına milyonlarca lira harcayabilmek adına sebepler yaratıyorlardı; önce korkuyu pazarlıyor, ardından onu, silah, tank, uçak, araba alarmı, kırışıklık kremi, buzdolabı, anahtar, kasa... rahatlıkla takip edebilirdi. Halkı korumakla yükümlü gücü elinde tutanlardan korkması gerektiğini öğreniyordu, halk. Suç oranını en aza indirgediklerinde, devlete bağlı çok sayıda polisin, gardiyanın, hapishane görevlilerinin, psikologların, psikiyatrların, avukatların ve bunları bir arada tutan binaları tasarlayan mühendis ve mimarların da aç kalacaklarından mı korkuyorlardı? Boka batmış dünya döngüsünün devamı için bu sistemin, adi ve bir o kadar boka batmış insanlara, daha çok silah, daha çok TOMA’ya, daha çok kurşuna ve daha daha çok paraya ihtiyacı vardı. Tüm bunları görmezden gelen insanoğlu tek bir şeyi, hiç bir numara gözlüğe ihtiyaç duymadan görebiliyordu; para. Tekelleşen medya sayesinde çıkarlar doğrultusunda yücelttikleri streotiplere ulaşmak için, metalaşan insanlara dönüşme arzusuyla hırslanıyorlar ve kim onlara daha iyi imkân sunuyorsa, onun kölesi oluyorlardı. Hepsi, tükettikleri markalı ürünler sayesinde birbirlerine üstünlük kurabilmek içindi. Kendi kaderlerin söz sahibi olmayan insanların hayata bağlanma arzusuydu bu döngü. Üzerinde emeği oldukları fabrikalarında, üretiminde aktif olarak rol oynadıkları ama hiç bir zaman sahip olamayacakları ürünlere kavuşmayı arzulayarak hayata tutunuyorlar, özgürlüklerini televizyon haricinde hiç bir yerde göremeyecekleri kişilerin ellerine veriyorlardı. Uygulanan eğitim sistemi ile gelişme çağında olan bireyleri, onlarla birlikte gelişen teknoloji ile pasifize ederek, işlerine gelen eğitim sistemini, sorgulamayan ve sunulandan tatmin olan bireylere rahatlıkla yedirebiliyorlardı. Pasifize etme politikası ses etmedikleri, aksine destekleri neoliberalizm ile el ele vererek kusursuz bir şekilde işliyordu. Neoliberalizm ile ülke gelişim politikasını, kendi ceplerini doldurma politikası olarak yoğuran iktidar, postmodernizimin, çeliğin, camın, mimarinin yardımıyla metayı geliştiriyor ve saygınlığını arttırıyordu. Ama bunun yanında, ters bir orantıyla insan ve onun hakları değer kaybediyordu. Merkeze koyulan şey insan değil, sadece parayı kazandıracak olan metalardı. Nasıl ve kimlerin canın mal olarak kazanıldıklarının hiç bir önemi yoktu! Toplum, hırsızı, katili, dolandırıcıyı, dinciyi, gayı, lezbiyeni, ateisti, sağcıyı, solcuyu, liberali birbirinden ayıramazken, bilinçsiz bilinçle herkes birbirini ötekileştiriyor, içine doğduğu toplum ne yapıyorsa o da onlardan kopya çekerek yaşamaya çalışıyordu. Bununla birlikte öteki olan ötekini kendisine tehdit görerek, birbirlerinden korkmaya mecbur kalıyordu. Dünya, kusursuz bir şekilde işleyen fotokopi makinesi gibi fotokopileşen insanlara gebe kalıyor, ikiz ve üçüzün modası geçiyor, milyonizler doğuyordu. Korku kültürü böylece her tabakada ve kesimde kusursuz ilerleme gösterebiliyor ve kendisine bir alan yaratabiliyordu.
Bu alan, şuan da ise Rüzgâr’ın tek kişilik hayatında milyarlarcasının cansız bedenleriyle yeryüzünde olduğu daha dar bir alana indirgenmişti. Tek başınaydı ve onun gibi kanlı, canlı olmayanlardan korkuyordu. Yahut onun gibi olan ve bu durumu onun gibi tehdit olarak algılayanlardan... Gene değişen bir şey yoktu, şuan Rüzgâr için herkes ötekiydi. Rüzgâr’ın, omurgasının üst bölümünde taşıdığı yaklaşık 1.3 kilogramlık, buruşuk bir et parçası görevini yerine getirmek için harekete geçmişti. Gün içerisinde yapması gereken onca şeyi unutturabilirken, şimdi ise çocukluğunda yaşadığı önemsiz bir anıyı gözlerinin önüne serebiliyordu. Rüzgâr’da ilk olarak bir insan tarafından korkutulmuştu. Hem de en yakını olan annesi tarafından.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...