Duştan çıkmış, aynanın karşısında kendisine bakıyordu Rüzgâr. Boynunu ve yanaklarını yavaş yavaş sarmaya başlamıştı yüz kılları. Kadınsı pürüzsüzlüğe sahip yanakları, uzayan sakallarının ardına saklanmıştı. Kendisine soruyordu, sakallarını kesip kesmemeye karar vereceği sırada:
Şimdi ne olacak adı, hayallerimin? Kapının önüne park ettiğim, milyonlarca liranın yan yana konulmasıyla sahip olunabilecek bir arabaya sahibim artık. Ancak şuan ki değeri ne bu arabanın? Ne olacağını bilmeden, ne kadar edeceğini hesaplayanların cennetini gelin bir de şimdi görün! Tüm hayallerime ulaştığımda, adı ne olacak hayalin? Hangi kelime ikame edecek ona. Sahip olmayı istediklerim, beni mutlu edecek her şey için para mı gerekliydi? Mutlu muyum? Mutluluk neydi? Paranın mutluluk vermediğini, önemli olanın sadece karın tokluğuna çalışanlarla aynı sofraya oturabilmek olduğunu, en kaliteli markaların simgeleriyle örülmüş kumaşların bile ahlaksızlıklarını örtemediğini anladığında... İzlediğiniz filmlerin senaryolarını yazan olduğunda, yazdıklarını artık insanlar okumadığında ya da okuyup sen hayatta olmadığında, koşarak arşınladığın yolları diğer insanların tahayyülleri bile almadığında, yüzlerce kadınla yattığında, seni yarattığına inandığın tanrının asĺında egolu bir kışkırtıcı olduğunu anladığında, denize bir adet şişe bile atmamış bir evlat yetiştirdiğinde, hatta onlar kendi hayatlarını çizdiklerinde, sen en iyi alkol ve en iyi uyuşturucuya bağlandığında, en tehlikelisi ölümlü bir canlıya ait olduğunda, onlarca canlının hayatını aldıktan sonra yatacağın mapusta...
Adı ne olacaktı ki hayallerimin? Söylesene bana, adı ne olacaktı hayallerimin!
Hayallerine bir isim koymaya çalışırken, sakallarını kesmeme kararı aldı. Yüzünü kaplayan kıllarla, nasıl görüneceğini merak etmişti. Daha önce hiç uzatmamıştı sakallarını. Üniversite yıllarında bile... Sadece kurulanma amacıyla sarmıştı, kasıklarından ayak bileğine kadar uzanan havluyu beline. Sıcak duşun etkisi hala daha iliklerini ısıtıyordu. Penisiyle barışmışlardı duşta. Ecrin’in çırılçıplak halini düşünüp mastürbasyon yaparak. Onu canlı hayal etmişti, kendisini arzuladığını ve penisini deliler gibi emdiğini düşünmüştü. Serap’ında izlemesi ona büyük bir keyif vermişti. Yerdiği porno sektörünün en iyi aktörüydü o an için. Buğulanmış aynayı, kendisini ve arkasında duran Serap’ı daha net görebilmek için avuç içiyle sildi. Görüntüsü hala daha çok net değildi. Saç kurutma makinesini çalıştırarak aynaya tuttu bir süre. Eve dönerken yolun kenarında duran polis aracının içerisinde hayatını kaybetmiş iki ekip arkadaşının silahları, buğusunu yitiren aynada gözüne çarpıyordu Rüzgâr’ın.
Eve dönerken sadece bir polis ekibine rastlamamıştı Rüzgâr. Arabasının benzin deposunu bir pompacıya ihtiyacı olmadan doldurabileceğini keşfettikten sonra, bomboş olan sahil şeridinde Ferrari’siyle bir sürat testine çıkmıştı. Motorun sesi kulaklarını sağır ettiği ve manüel sürat göstergesinin, 270’i gösterdiği sırada, Ege kıyıları üzerine düşen uçağın enkazı, ani frenle durmasına neden olmuştu. Yüksek hızından dolayı, karşı şeridinde kaza yapmış bir polis aracının yanından geçtiğini fark etmemişti. Uçağın burnu insanların yürüyüş yapmak için kullandığı yol üzerine çakılırken, kuyruk kısmınınsa fazla derin olmayan kıyı sularında yüzdüğünü gördü. Arabadan inip denize doğru yaklaştığındaysa, cansız balıklar ve martılar suyun üzerinde hareketsizce duruyorlardı. Ölmüş cansız hayvanlara mezar olduğu kadar, birçok insan ihtiyacını gideren nesneye de mezar olduğunu fark etti denizin; pet şişler, cam şişeler, plastik poşetler, çekirdek kabukları, gazete sayfaları, lağım atıkları, kondomlar... Deniz sadece bir suydu, kar ve yağmurda öyle. İnsanlığın devamını sağlayan eşsiz doğa olaylarıydı bunlar. Kısacası insanlığı var eden ve ayakta tutan suya, insan manzara dedi, onda huzur bulduğunu savunarak. Şuan ki haliyle manzara hariç her şeyi içinde barındıran bir çöplükten farksızdı. İnsanlar kendilerine keyif verdikleri şeyi sahiplenmek yerine öldürmeyi tercih etmişti. Ve doğa, kendisine yapılan kötülüklere karşı binlerce yıllık sessizliğini bozup, insanlığa gereken cevabı vermişti. Denizin dibi, onlarca cansız insan bedenine mezar olmuştu. Cesetlerin bir kısmı bisiklet yolunu da aşarak, anayola kadar fırlamıştı. Rüzgâr, enkazla evinin arasında bulunan yaklaşık 7 kilometrelik mesafeden dolayı patlamayı duymamış olacaktı ki, olayın yaşandığı gece uyanıp, Serap’ı ölmeden önce bir kez daha görme fırsatı elde edememişti. Uçağın düşmesinin ardından kaynaklanan sese uyanan, ışıkları açık olan hanelere doğru baktığındaysa, birçok insanın kendisine doğru baktığını fark etti Rüzgâr. Kazanın ardından hayatta olan çevre sakinlerinin bir kısmının evlerini terk edip aşağıya kadar inip, enkaza doğru baktığını görebiliyordu. Onların da yerde yatan cansız bedenlerden farkı yoktu. Artçı patlama tehlikesiyle aşağıya inen insanlar da, olay mahalline uzaktan göz atmayı tercih etmişlerdi. Herkes artık her şeye dönüşmüştü. Canlı hiçbir şey yoktu. Etrafı saran kameralar, muhabirler, polis ekipleri, itfaiye ve ambulanslar kuşatmalıydı burayı. Şehrin orta yerine düşen bir uçağın başında sadece Rüzgâr vardı. Dünya bir enkaza dönüşmüşken, sağ kalan kişi artık sadece kendisiydi; 7 milyar 125 binde 1, ona denk gelmişti...
Annesi ve babasının bile son anlarına tanıklık edememişti. Artık hem yetim hem de öksüzdü. Aslında kendini tanımaya başladığı andan itibaren yetim ve öksüz kalıyordu dünya üzerinde yaşayan herkes. Sadece Rüzgâr’a özgü bir duygu yoksunluğu değildi bu. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte, birbirlerine karşı yabancılaşan insanların olduğu bir dünyada, her birey yetim ve öksüzdü. İnsan en çok insanlığın öldüğü yerde, yetimliği ve öksüzlüğü hissedebilirdi. Ama hiçbirisi sahipsiz değildi. Onları mutlu edecek insan yapımı bir sürü oyuncakları vardı. Yaşadıklarının her birisi, Rüzgâr’a bunu yaşatanın, umut etmesini arzuladığı için, içine ektiği küçük filizlerdi; Ozan’ın olayın başlangıcı ile ilgili olarak kendisine anlattıkları, Selen’i kapının ardında sağ görüşü, Cengiz’in Facebook üzerinden yayınladığı video ve Ozan’ın kolları arasında ölüşü... Birden ortaya çıkan sistemler doğada ve insanın içinde aniden filizlenen çiçekler gibi köklerini sağlam ekmek zorundaydı. Cehenneme giden yol en göz alıcı çiçeklerle süslenmeliydi. İnsanı ayakta tutacak bir umut tohumu her daim var olmalıydı. Sürekli değişen dünyanın acemileri olan insanların üreme hızını kesip dünya üzerindeki hayatı bir nebze daha olsun yaşanabilir kılmak adına, sistem işleyişini bu şekilde kurmuştu; iki cinste ölecek ve öldürecek, tek bir cins ise doğuracaktı. İnsanlığın varlığının meçhuliyeti gibi son bulduğu anında, başlangıcından pek bir farkı yoktu.
Uçağın gövdesinden ayrılan burun kısmından içeri girdiği sırada, karşılaştığı yanmış bedenler ve etrafı saran uzuvlardan midesi bulandı. Yoğunlaştırılmış ceset kokusu hâkimdi uçağın bu kısmına. Kararmış vücutlar ve uzuv parçaları arasında dolaştığı esnada, bembeyaz bir gözle çarpışmıştı Rüzgâr’ın mavi gözleri. Ani bir reaksiyonla başını başka yöne çevirdi. Nereye baksa kararmış bedenler görüyordu. Kazadan sağ kurtulmuş olan insanlar olsa bile, dünyanın onları da diğerleri gibi sağ bırakmayacağından emin olarak, oradan koşarak ayrıldı Rüzgâr. Oynadığı oyunun monoton karakterlerinden sıkılan oyuncu ‘pause’ düğmesine basmıştı sanki.
Birbirinden nefret eden insanların barındığı, dünya denilen gezegende yaşayıp, sevgi tohumları ekmek bir hayli zordu artık insanlık için. Barış çok uzak... Sadece ben neyi değiştirebilirdim ki?
Rahat bir uyku çekmek istiyordu. Bunun için bilinçaltının böyle manzaraları depolamasına müsaade etmek istemiyordu. Gözlerini kapatıp, rüya görmeden, tamamen karanlıklara gömülü bir uyku çekmeyi hayal ediyordu. Ama yakasına yapışan merak onu rahat bırakmaya niyetli değildi. Kara kutu dedikleri aslında kırmızı olan, uçuş verilerini kaydeden cihaza ulaşırsa, kaza anında nelerin yaşandığını öğrenebilirdi. Bildiği kadarıyla kara kutu dedikleri cihaz uçağın kuyruk kısmında yer alıyordu ve uçuğun kuyruk kısmına ulaşması için yüzmesi gerekiyordu. Yazın ardından soğumaya başlayan suya girmekten ziyade, kayıt altına alınan 75-80 arası parametreyi ne şekilde değerlendireceğini bilmediği için bu fikri attı kafasından. Ama kafasından bir soruyu atsa, atamayacağı birçok düşünce baş veriyordu beyninde.
Uçuş esnasında hiçbir sebep yokken yanlarında oturan insanların ölü bedenleriyle seyahat etmenin rahatsızlığına kapılan insanların yarattığı panik ortamı, bu uçağı düşürmüş olabilir. Yoksa en başında pilot mu öldü de, ardından diğer insanları da sürükledi?
Rüzgâr, çıkacağı uzun yolculuk boyunca bunun gibi kaç tane daha uçak, helikopter, araba ve batık gemi enkazı göreceğini düşünerek gözlerini aynadan aldı ve saç kurutma makinesini kapattı. Bir müddet daha kapatmasaydı, aşırı ısınan makine kendiliğinden kapanabilirdi. Polislerden yalnızca silahlarını almamıştı Rüzgâr, banyodaki sessizliği bozan çamaşır marinasının içerisinde dönen köpüklü kıyafetlerde, eve gelmeden önce karşılaştığı polis memurlarına aitti. Şanslıydı ki, her iki memurun da beden ölçüleri kendisininkine yakındı. Ama yaşlandıkça onların göbekli meslektaşlarından farkı kalmayacağına emindi.
Delirmediğini kendisine ispatlamak için, Serap’ın cansız bedenini bağladığı bir sandalyeye, aynadan bakarak konuşmayı tercih ediyordu. Önceden olduğu gibi, her şeyini Serap’a anlatıyordu, ama o, her zaman yaptığı gibi susarak dinlemeyi tercih ediyordu. Konu, sadece kendisine değindiği zamanlarda, savunma amaçlı konuşmayı tercih ederdi Serap. Geçmişin hiçbir fark yoktu şuandan. Rüzgâr konuşuyor, o boynu eğik, karnında taşıdığı cansız bebeğin masumiyetiyle dinliyordu:
“Sabah uyandıktan sonra bu evi, seni, Ozan’ı, annemi ve Naci’yi burada bırakarak terk ediyorum. İlk başlarda seni ve bebeğimizi de yanıma alarak bu yolcuğu çıkmayı planlıyordum ama şu anki arabam içine bir derin dondurucu alacak büyüklükte değil. Günler sonra çürümeye başladığınızda, yanımda kokuşan, derileri parçalanan bir cesedi taşımak istemiyorum. Açıkçası karnından çıkacak şeyle karşılaşmaktan ürperiyorum. Kısacası siz burada kalıyorsunuz, ben ise gidiyorum. Hiç bir iletişim aracı başkaları ile iletişim kurmama olanak tanımıyor. Ya da hiç kimse sağ kalmadığı için birilerine ulaşamıyorum. Bilmiyorum... Sadece dünya üzerinde, benim gibi yalnız olduğunu sanan kişilere ulaşmayı umuyorum. Bak, makinenin içinde yıkananları görüyor musun? Herhangi biriyle karşılaşacak olursam ona önceden polis olduğumu söyleyeceğim. Böylece güvenini kolaylıkla kazanabilirim. Ferrari’li bir polis memuru!” derken kendisini gülmekten alamadı Rüzgâr. “Ne de olsa bu ülkeyi terk ederken Avrupa biriliği standartlarına uymam lazım öyle değil mi?”
Rüzgâr, aynadan Serap’a doğru konuştuğu sırada, hareketsiz ve sporsuz geçen hayatının yanı sıra, yaşının otuza yaklaşmasıyla yavaşlayan metabolizmasından dolayı, belinin yanında depolanan yağları sıkıyordu, işaret ve başparmağının arasında. Parmaklarının arasındaki ince yağ tabakası konuyu değiştirmesine sebep olmuştu.
“Benim kazandığım parayla her ay düzenli olarak aldığın dergilerdeki, o mükemmel vücut pazarlaması yapan tiplere pek benzemiyorum, öyle değil mi? Ömrünün yarısını spor salonlarına kapanarak geçiren ve geri kalan zamanlarını ise kazandıkları paraları besin takviyelerine yatıran, özel refahlarını ve bireysel çıkarlarını yücelten, ego mahkûmu tipler... Yoksa senin gibi salakların ihtiyaç listesinden nemalanarak kendilerini birer markaya dönüştüren ve sırtınızdan milyonları götüren kişiler hakkında böyle konuşmam canını mı sıktı gene? Biliyor musun, senin de o karnındakiyle, özendiğin ve rol model olarak benimsediğin kadınlara benzediğin söylenemez. Çevremizdeki insanlar hayattayken onlarla mutlu olmayı denemektense, sahip olmaya çalıştıklarımızla onlara hava atarak, mutlu olmaya çalışanlardan olduk. Söylesene Serap madem bunlarla mutlu olacaktık ve birbirimizi mutlu edemeyecektik, biz neden evlendik? ”
Rüzgâr, parmaklarını bel çukurlarından karın kısmına doğru kaydırarak konuşmaya devam ediyordu, “ Bak, iyi bak bana Serap! Şimdi kim umursuyor benim vücut ölçülerimi, renkli gözlerimi, giydiklerimi, yediklerimi ve yaptıklarımı... İnsanlık olarak yaptığımız en büyük hata neydi biliyor musun Serap? Bizi biz yapan özelliklerimizi başkaları uğruna feda edip, kitle kültürü içinde kaybolup giden kişiliklerimiz için hiçbir şey yapmadan sürüye uymamızı söyleyenlere başkaldırmamamızdı. Kendimizi fiziğimizle, güzelliğimizle, çirkinliğimizle, giydiğimizle başkalarına kabul ettirmektense, onlar nasıl olmamızı istiyorsa öyle olduk. Doğduğumuz andan itibaren kirlenmeye başlayan bedenimiz, ruhumuzu da kirletti. Unuttuğumuz tek bir şey vardı? Hepimiz insandık! Aynı şekilde var oluyor, aynı şekilde doğuyor, farklı kalıplarda yaşıyor, farklı şekillerde ölüyorduk. Yalnızca ruhumuzu kaybetmiştik Serap. İşte tam da şu an olduğunuz gibi. Sadece bedenlerinizle vardınız. Bedenin ruh tarafından ayakta tutulduğunu unutan insanlar, şimdi o pürüzsüz, diri, kaslı, çekici vücutlarını görebilseler keşke. Bak, karnımın üzerinde oluşmuş altı adet çukurum yok, ama onlara sahip olanların hepsi artık birer ölü, ben ise hala daha hayattayım. Günümüzde hayatta kalmaya bağlı biyolojik bir kavramdan daha çok statüye dönüştürdükleri sağlık algısında yoksun her biri. Sağlıklı ve canlı olan sadece benim, Tanrı’nın oğlu Rüzgâr! İnanmadığım ve uğruna hiçbir şey yapmadığım yaratıcının beni cezalandırma yöntemi mi bu? Yoksa onu sahiplenmem adına bana sunduğu son bir şans mı? Sen ne dersin Serap? Annemden, bana bu ismi Naci’nin taktığını öğrendiğimde pekte benimseyememiştim adımı. Kendime de yakıştıramadım, diğerlerine göre sakin bir çocuktum. Fırtına gibi estiğim yoktu ortalıkta. Ama şimdi ise, Naci’nin ileri görüşlülüğüne hayran kaldığımı gizleyemem. Naci ye bak sen, o sessizliğinin ve gizeminin arkasında tanrıyla yaptığı iş birliği yatıyormuş meğer. Kulağa hoş geliyor değil mi? Tanrı’nın oğlu Rüzgâr”
Rüzgâr’ın, kendisinin de yapmış olduğu hataları kabullenme yöntemi biraz farklıydı. Suçunu yükleyebileceği milyarlarca cansız beden vardı etrafında. Kimse ona hesap soramaz, aksine o insanlardan cevap alamayacağını bilerek hesap sorabilirdi.
Çamaşır makinesinin bittiğini işaret eden, “Tııkk” sesi onunda sorgu süresinin sonuna geldiğini haber veriyordu. Nemli polis kıyafetlerini, çalışır durumda olan klimanın altına koyduğu sandalyelerin üzerine astı. Saate bakmadan uyuyacağı ikinci geceydi. Dün olduğu gibi, bugün de, gün ışığını kaçırmak istemiyordu. Alışveriş merkezinden aldığı her şeyi yaktığını sanırken, kolundaki binlerce liralık saatin farkında değildi. Zaman kavramı tamamen yitip gitmişti Rüzgâr için. Hiç kimseyle paylaşamayacağı saniyelerin, dakikaların ve saatlerin artık ne önemi vardı ki? Artık ne içine hapis olmak isteyeceği bir geçmişi, ne de üzerine düşünmek isteyeceği bir geleceği vardı. Akrep ve yelkovan, artık yarışmayı bırakmıştı. Çünkü onları izleyecek gözler olmadan, yarışmanın da bir anlamı yoktu. Doğuştan var olan bireysel özgürlük, kullanım değeri artsın ve üzerinden para kazanılabilsin diye, adı boş zaman olarak değiştirilmişti. Üzerine yatırım yapılan, yıllar, aylar, haftalar, günler ve en önemlisi saatler kavramı; kendisini var eden kronometrik sermaye, Rüzgâr adına yok olmaya başlıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...