Ani bir frenle durdurdu, beyaz ve şaha kalkmış olan atını. Şerit ihlali yaparak sola doğru direksiyonu kırdı. Eli, adama attığı ve sayamadığı yumruklar yüzünden hala daha acıyordu. Elinin üzerinde kalan kurumuş kan lekeleri ise, Rüzgâr’a müthiş bir özgüven enjekte ediyordu, derisinin üzerinden.
Gördüğü ev tamda arzuladığı cinstendi. Çok büyük bir ev değildi. Çatısı tek katlı bir eve göre yüksek, iki katlı bir eve göre ise bir hayli alçak sayılırdı. Çatısındaki göz alıcı cam parçaları muhtemelen güneş enerji sistemine sahip olduğunu gösteriyordu. Bahçesinde kendilerini yemlerine gömmüş bir kaç tavuk ve horoz vardı. Kulübesinde uykuya dalmış, ayaklandığı anda ise kendi boyunu geçecek erkek bir kangal, patilerini başının altına destek yapmıştı.
Evin içersinden bahçeye doğru sarı loş bir ışık yansıyordu. Yaşayan birilerine rastlayacağına dair, yüreğine herhangi bir umut tohumu ekmedi Rüzgâr. Anahtar kapının üzerindeydi. Küçük bir köy ya da kasabaya ait olan bu güven temsili işaret, Rüzgâr’ın yaşadığı şehirde karşılaşamayacağı cinstendi. Ev sahipleri ya da sahibi birini bekliyor olabilirdi. Zilin üzerinde, “Kamil Bey” yazıyordu. Yüksek sesle düşünmedi Rüzgâr.
Herifin soyadı gerçekten Bey mi? Yoksa karşılaşacağım herif bir narsist mi?
Rüzgâr, içeriye adım attığında her şeyin dışarıdan gözüktüğü gibi olmadığını tekrardan anlamış oldu. Evin içerisine tamamen postmodern mimari hâkimdi. Dışarısını içerisiyle ayıran duvarlar haricinde başka bir duvar örülmemişti evin içerisine. Odalara bölünmemişti bu yaşam alanı. Hatta küvet ve alafranga tuvalet bile gizlenmemişti duvarlar arkasına. Beyaz mermeri kirleten insan dışkısını temizleme fırçası bile ulu orta duruyordu, tüm ihtişamıyla, boka batacağını umursamadan. Evin giriş kapısının solunda kalan kısımda, Amerikan tarzı dedikleri mutfak, salonla iç içe olmaktan şikâyetçi olamayacak kadar şık tasarlanmıştı. Rüzgâr, kafasını sağına doğru çevirdiğinde, ömründe görmediği ve bir o kadar hayal ettiği kitap dünyasının içerisinde bulmuştu kendisini. Burasını halk kütüphanesinden ayıran tek şey, kitaplığı ortadan ikiye yaran taştan yapılmış şömineydi. İçerisinde yanmış odun kalıntıları vardı. Şöminenin önünde bulunan iki adet sallanan koltuğunda birinde, Rüzgâr’ın, Kamil Bey olduğunu tahmin ettiği adam oturuyordu. Avuçlarında hala daha bir kitap tuttuğunu sanarak kırışmaya başlamış ellerinin içerisine doğru bakıyordu. Rüzgâr ilk bakışta adamı dua ediyor sandıysa da, yere düşmüş kitabı görünce, adamın ne yaparken öldüğünden emin olmuştu. Kamil Bey’in arkadan toplanmış saçları için, ne beyaz ne de gri denilebilirdi. Çok uzun olmayan sakalları saçlarıyla aynı renkteydi. Gözünde bulunan beyaz çerçeveli gözlüğü ona, entelektüel bir hava katıyordu. Gerçi etrafta yüzlerce kitap varken, o gözlük olmasa da, Kamil Bey için bu hükmü verebilirdi Rüzgâr. Kamil, yaşadığı evle ve adıyla özleşmişti sanki. Kamil’i yaşarken tanımak isterdi. Binlerce ölü, ardında milyonlarca hayran kitlesi bırakabilmişken, Kamil’inde o ölülerden bir eksiği olmadığına kanaat getirmişti Rüzgâr. Adama beslediği bu hayranlığın yarın son bulacağından habersiz, gözlerine bakmak için adamın üzerine doğru eğildi. Kamil Bey’in ölüm soğukluğuna esir düşmüş bakışlarından, okuduğu kitabın başat karakterinin bir katil olduğunu tahminini yürüttü. Sait Faik’in, “Yazmasam, çıldıracaktım!” sözünün en iyi uyarlaması bu adam üzerinden yapılabilirdi. Kamil, “Okumasa, çıldırabilirdi!”. Çıldırmıştı da, sadece bunun farkına varabilmesi için Rüzgâr’ın biraz zamana ihtiyacı vardı.
Kamil Bey, yeni yaptırmış olmalıydı bu evi. Her gün temizlik yapıyor yahut yaptırıyor olmalıydı. Evin içerisinde bulunan her şey kutusundan ilk çıktığı andaki parlaklığını muhafaza ediyordu. Toz tanelerinden eser yoktu. Tek başına yaşadığını tahmin ettiği adam altmışlarını geçmişti. Ama evi yaşlı kokmuyordu. Annesi ve babası düştü aklına. Onları öylece bırakmıştı, ardında.
Rüzgâr, Kamil Bey’i gömme işini yarına bıraktı. Bahçeyi saran karanlıkta uygun bir yer bulabileceğinden emin olamadı. Bütün gün gaza basan ayağının üzerinde topallayarak yürüyordu. Kurumuş kanla örülü elinin kemikleri ağrıyordu. Yarası, kolunu oynattığı anlarda gerildiği için canını yakıyordu. Kapıya doğru yöneldi, anahtarları içeriye aldı ve kapıyı kilitledi. Kitaplığın önünde duran sürgülü merdiveni, kitaplığın bitiminde başlayan, zemin ve tavan arasına dökülen, üzerinde sadece şık ve yuvarlak bir yatak barındıran beton parçasına doğru sürüdü. Küçük bir odada yatmaya alışıktı her zaman. Ev, yukarıdan daha büyük ve ürkütücü geldi gözüne. O gece için, Rüzgâr’ın ağzından çıkan son cümle, “Bu adam nasıl biri böyle?” sorusuydu.
Kamil, Immanuel Kant’ın en çok değer verdiği öğrencisi, ardından da Nietzsche'nin akıl hocası olan Alman felsefeci Arthur Schopenhauer ‘in, " Zeki insan öncelikle acısızlığa, kötü muameleye maruz kalmamayı, dinginliği ve boş zamanı erek edinecektir. Bunun sonucunda, sessiz, mütevazı, ama olabildigince rahat bırakıldığı bir yaşam arayacak, buna uygun olarak da, sözüm ona insanlarla birkaç tanışıklıktan sonra yalnızlığı, hatta büyük bir zekâ söz konusu ise inzivayı seçecektir. Çünkü kişi bizzat kendinde ne denli çok şeye sahipse, dışarıdan da o denli az şeye gereksinim duyar ve diğer insanlar da ona o denli az şey ifade edebilirler." sözlerinin doğruluğunu ortaya koyan, cansız bir ispatıydı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...