Rüzgâr, yataktan parke zemine ilk adımını koyduğu anda, Camus, onun kulağına doğru nefesini hissettirecek şekilde fısıldadı, “Kendimi mi öldürsem, yoksa bir fincan kahve mi içsem?”. Gece temiz bir bez ile sardığı açık yarası sızlayarak, ona, “Günaydın” demeye çalışıyordu. Rüzgâr’da onu karşılıksız bırakmayarak, “Bir sen eksiktin!” dedi. Çok derin sayılmayacak yarayı dikip dikmeme karasızlığı içinde, birkaç gün daha enfeksiyon kaptırmamaya dikkat ederek, kapanıp kapanmadığını gözlemleyecekti. Kan içinde kalan, gece yatmadan evvel çıkarttığı polis üniforması ilişti gözüne.
Neyse ki arabada yedeği var.
Yaşamı ve yaşamayı ölesiye değil öldüresiye seven Rüzgâr, Camus’un kitaptan fırlayıp, beynin bir köşesine yer etmiş cümlesini duymazdan geldi. Ölüyü tekrar öldürebilen, bir ölüyü sikebilen, yeryüzündeki her şeye sahip olan ve bunları, böylesi bir düzensizliğin hâkim olduğu ortamda yapabilecek, sözde cesarete sahip bir insan, asla intihar edemezdi. Kendi varlığı her şeyden önce gelirdi. Kamil Bey’den ödünç aldığı ve üzerine yapışan eşofmanların içerisinde kendisini inceliyordu.
Zayıfladım sanki. Daha yolun başındayım, sadece üç gün arkamda kalan. Bu kadar çabuk pes edemem. Bu şeye her ne sebep olduysa bulmalıyım. Kendime daha iyi davranmalıyım. Bu bir dönüşüm, eminim yalnız değilim. Kabul etmelisin, yalnızsın. Hatta kaybolmuş. Ben kimim? Tüm bu kıyametin nasıl gerçekleştiğine dair sorularla mı harcamak istiyorsun hayatının geri kalanını? Ya geri kalan bir hayatım yoksa? Buna hayat mı diyorsun? Parçalar üzerine odaklanarak sende mi ölmek istiyorsun? Ne bir kimyasal savaş, ne havadan atılan bir virüs, radyoaktif salgın taşıyan klonlanmış canlılar, açlık, kuraklık, volkanik patlamalar, yeryüzü kaymaları, büyük ölçekli depremler, sel felaketleri, sera gazı kaynaklı iklim değişikliği... Bu zamanla kendini gösterebilecek bir durum. Böyle aniden olamaz. Bunları daha öncede düşündüm. Hiçbiri önemli değil şuana odaklanmalıyım. Geçmişte yaptığım hatanın kurbanı olmamalıyım, hayatta güzel anları yakalamam için milyonlara ihtiyacım yok. Sevdiğim biriyle güzel bir günbatımı... Sevdiğim biri mi? Maskeleriyle yanımda gezinen ve sadece kendilerini düşünen narsistlerle arkadaşlık yapmaktansa yalnız başıma günbatımını izlerim. Hem böylece bende, her birinden daha karakterli ve özünü inkâr etmeyen bir narsist olurum. Onlar gibi mutsuzluğu normal bir durummuşçasına sahiplenerek, hayatımı geçiremem. Herkes bir zamanlar saatlerini işte geçiriyor, herkes eşiyle kavga ediyordu ve herkes bir nebze mutsuzdu. Ne kavga edecek bir eş, ne de çalışacak bir iş... Hiç anı yaşamadım, ya geçmişi ya da geleceği sahiplendim. Ve artık insanlarla birlikte vakit kavramı yok olduğuna göre, hayatı ve ölümü aceleye getirmemeliyim.
Rüzgâr, kaderlerinde söz sahibi olmayan insan umutsuzluğuyla kahvesini içtikten sonra, Kamil’i oturduğu yerden kaldırmadan önce okuduğu kitabı yerden kaldırdı ve adamın ayağındaki terlikleri kendi ayağına geçirdi. Kitaplığa doğru yöneldi ve kendisine okuyabileceği bir kitap aradı. Yaldızlı ve ciltlenmiş kitabın kalın kapağını açtığını an, beyaz karton zemine yazılmış şu cümleyi okudu, fısıltı sayılabilecek bir tonda. “Bedenimi kefen yerine sayfalara sarıp öyle gömün. Göreceklerim umurumda değil de, daha okuyacağım çok cümle var...” Bu cümlenin altına ‘K’ harfi ile başlayan bir imza iliştirilmişti. Kamil beyin vasiyetini okuduğunu idrak edememişti. İkinci kere, bu sefer içinden okudu cümleyi ve kitabın sayfalarını çevirmeye başladı.
“Omzuna dokunan bir el, tüm kahvesini yere dökmesine sebep olacak kadar korkutmuştu adamı.” yazıyordu, Rüzgâr’ın elinde bulunan ve silik cümlelerin yazılı olduğu kitabın bir sayfasında. Rüzgâr kafasını arkaya doğru çevirdi ve okuduğu bu cümlenin ardından, Kamil’i kontrol etme ihtiyacı hissetti. Adam yerinde oturuyordu hala.
Bu kitapta neyin nesi böyle? Baskı maliyetini azaltmak adına en kötü mürekkep kullanılsa bile yazıların bu denli soluk ve okunaksız durmayacağından eminim. Hem kitabın cildi de oldukça yeni duruyor.
Rüzgâr, henüz Serap’la evli olmadığı dönemlerde, böyle bir kitaba dair bir haber okuduğunu anımsar gibi oldu. Havayla temasının ardından, zaman içinde uçan bir mürekkeple basılmıştı kitap. Teknoloji, ilerleyen zamanlarda onu yarı yolda bırakabilirdi. Daha şimdiden internet bağlantısı kesilmişti. Aylar içinde elektriksiz kaldığında, bir cep telefonuna veya laptopa alacağı notlar işe yaramayabilirdi. Bundan sonra anılarını, beyaz bir kâğıda işlemeyi düşünüyordu. Kamil’in yanı başında duran kurşun kalemlerden birini aldı.
Bu adam, okuduğu her kitapta altını çizecek birkaç cümle buluyor olmalı.
Yalnızlığına dair ilk yazma denemesinde, şu harfleri çiziyordu kurşunun kaleminin eriyen ucu kitaba, içinde bulunduğu buhrandan ziyade hayatın kendisine neleri kaçırmasına sebebiyet verdiğini anlatmak ister gibiydi, “Bir zamanlar...” ile başlayan cümleleri kuracak ne zaman ne de kimse vardı. Biraz olsun bunu unutmak istiyordu ve farkındalık yaratmak isteyen bir köşe yazarı kadar titiz ve sitemkâr cümleler kuruyordu.
“İşte bunların hepsi kapitalizm! Aynalı kitap, pembe kitap, siyah kitap derken şimdi de aylar içinde yazıları tamamen silinen kitap. O kadar akıllıdır ki bu kapitalizm bir yolunu bulur, ideolojiden uzakmış gibi görünür. Kendini belli kalıplar ile süsler ve peynir ekmeğin bize gereksinimini unutturarak kendini ön plana çıkartır. Bizde onun peşinden karanlıkta yolunu kaybetmiş, kuyruklu yıldızlar gibi uçarız.
Sorarım size, yazısı silinen kitap mı olur? Silinirse de onun adı hala kitap mı kalır?
Kanımca postmodern yazarların yeni bahanesi bu: Kitaplar çok sabırlı objelerdir. Onları satın alırız ve daha sonra kitaplar, onları okumamızı bekler. Günler, aylar hatta yıllarca. Kitaplar için bu sorun olmaz fakat yeni yazarlar için sorun. Eğer insanlar ilk kitaplarını okumazlarsa, hiçbir zaman ikinci bir kitap yazamazlar.
Sloganda mükemmel: Okuyucunun devamlı kitap okumayı ertelemesinin önüne geçen ve böylece yazarların ikinci kitaplarını da çıkarabilmesine yardımcı olmayı hedefleyen kampanya!
Ancak bu sefer bariz şekilde minare kılıfa büyük gelmiş.
Açılımı ya da alt mesajı çok açık bir şekilde "ben buradayım" diye bağırır; yazarlara kazandıkları para az gelmektedir, reklama para harcamadan, yayın evi ile el ele ve o masum mürekkebi de oyunlarına dâhil ederek kitap kendi reklamını kendi yapmış olur(Evet “ee bu senin yaptığın ne?”dediğinizi duyar gibiyim. Kabul ediyorum ben de bir reklam maşasıyım şu durumda. Reklamın iyisi kötüsü mü olurmuş? Haklısınız da. Eğer bir gün bunları okursanız, beni bağışlayın...). Kendileri oluşturdukları suni piyasada birer balon olmayı, o anlık çıkarları için göze almışlardır. Ne diyelim başarılar...
Kitaba verdiği parayla canı yanan tiplerden değilim. Artık para geçmiyor biliyor musunuz? Eğer öyle olsaydı şuan bu polemiği yaratma çabasında olmazdım. Şuana kadar hangi yazar olursa olsun bana(bizlere) sunduğu fikirlerinden dolayı para harcadıysam her kuruşuna kadar helal olsun. Gerçi o paraların hepsi, artık bana kaldı. Kıçımı silebilirim her birine.
Ben kitabı kokusuyla, kimi zaman hafif rüzgârda, kumsala vuran dalgaların hışırtısını andıran sayfalarının çıkarttığı sesiyle, yeri geldiği zaman ise açıp altını çizdiğim, silinmeyen cümleleriyle sevdim. Ve eminim ki sizler de öyleydiniz ya da öyle olacaksınız...
Kimler kitaplığında içi boş bir kitap barındırmak ister ki?
Söz uçar yazı kalır diye boşuna mı demişler?
Yazı da uçarsa, elde avuçta ne kalır?
Günümüzde onca emek harcanarak oluşturulmuş arşivleri ve kütüphaneleri bir an da unutmak mı düşer bizlere? Yahut sıkı sıkıya bağlanmak mı?
Bu şekilde fazladan heba olacak ağaçlarımız da bir ayrı tartışma konusu!
Aslında ben de sitemkâr sözlerle bunları yazsam da, sizlere ayaküstü bir ideoloji pazarlamış oldum. Neyse beyinlerde oluşmuş onca örümcek ağının arasında bulur benim de değersiz sözlerim bir yer... “
Yazdıklarını bir daha okuma ihtiyacı hissetmedi. Kendisinden başkasının okuyamayacağını bilerek ve kurşun kalem izlerinin de kâğıdın üzerinden silinip silinmeyeceğini merak ederek kapattı kitabı. Kitaba sövmekten, kendine ve gözlemlerine dair yazacaklarını unutmuştu. Kalem tıraş arıyordu. O da, kalemi aldığı sehpanın üzerinde duruyordu. Kalemi açtığı sırada tecrübelerini yazarken hangi cümleleri kurması gerektiğini tasarlıyordu kafasında.
Her yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortapedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, kötülükleri öldürdüğü sanılan ama özgürlükleri kısıtlayan karakollar, hapishaneler, seviştikleri kucaklar... Aklınıza gelebilecek her yer birer mezar. Yeryüzü morgdan faksız, fişinin çekilmesini bekleyen, buz tutmuş bozuk bir dolap. İçindeki nefretten nefret edeceksin, dışladığın insanları tekrardan içine almaya çalışacaksın, kırdığın kalpleri dünyanın en adi yapıştırıcısı olan pişmanlıkla onarmaya çalışacaksın; yalvaracaksın gözünden akan yaşlarla gökyüzüne bakarak, bir daha yapmayacağına dair sözler dökülecek salyalar akan ağzından, adı dua olmayacak. Basılmış tüm paralara sahip olacaksın ama hiç birini senden alacak bir el bulamayacaksın. Kimliğin gibi, paranda sahte sayılacak. Hastalanacaksın, doktorun olmayacak ama dünya üzerindeki tüm ilaçlar senin olacak, okuduğun kitaplara bir yenisi daha eklenmeyecek keyifle okuduğun bir yazar tarafından, belki de, en gerçekçi romanı sen yazacaksın, ama hiç kimse okumayacak. Bir çocuğun başını okşayabileceksin, ama o, gözlerine bakıp gülümseyemeyecek!.. Yaptığın her kötülüğün bedelini ödeyeceksin. Bu saatten sonra yapılan hiç bir iyilik seni cennete götürmeyecek. Çığlıkların ateşe değil, ‘Rüzgâr’a karışacak. Her şeye sahip olacaksın! Ama yeryüzünde bir sen kalacaksın.
Düşündüğü cümleleri kitaba aynı şekilde yazdı. Dünya üzerine gönderilmiş bir peygamber gibi hissetti kitaba cümlelere yazdığı sırada kendisini. Yeniden var olma ihtimali olduğunu dahi bilmediği insanlığa armağan olarak bırakabilecek bir başka dini kitap yaratma çabasında değildi.
Bu kitabı da bir ara yakmalıyım.
Rüzgâr, Kamil’i yerde sürüklediği sırada, adamın ayaklarının altına dolanabilecek herhangi bir halı serilmemişti evin zeminine. Giderken yanında hiçbir şey götüremiyordu, vücudunu örten kıyafetleri haricinde. Aslında o da, Rüzgâr’ın inisiyatifine kalmıştı, adamı gömerken soyabilirdi. Ama yapmadı. Kamil’in bedenindeki kırışıklıklara özenmiş, haşlanmış çubuk makarna kıvamındaki penisini görebilmesi için, önce güzel bir kahvaltı etmeliydi. Sadece kahve, midesinin bu durumu kardırabilmesi için yeterli değildi. Adamı soymadan gömmek, alabileceği en mantıklı karardı. Beyaz bir kefen arayışı içerisine de girmedi. Giderken yanında götürebileceği birkaç parça eşyası olsun istiyordu üzerinde. Birde şarjı bitmiş iphone’si cebindeydi Kamil’in. Rüzgâr, dün gece merakla baktığı, ama keşfetme işini bugüne ertelediği, evin salonundan arkaya bahçeye çıkan kapının önünde bıraktı adamı. Kolu aşağıya indirdiği anda yoğun bir klor kokusu geldi burnuna.
Havuzun bakımı yeni yapılmış olmalı.
Altındaki mermerlerin mavi rengini yansıtan suyun üzerine, kurumuş, birkaç düzine yaprak düşmüştü. Havuzun hemen yanında duran barbekü ve onun altına yerleştirilişmiş mini bir buzdolabı dikkatini çekti. Kamil’i gömdükten sonra bu ikisiyle ilgilenecek, kendisine bir ziyafet verecekti. Geniş bir arka bahçeye sahip olmasına rağmen hiç bir tohum ekmemiş ve işlememişti bu bahçeyi Kamil Bey. Sadece bir tane zeytin ağacı vardı bahçede. Öleceğini hissetmişçesine ağacın yanına bir kürek bırakmıştı Kamil. Rüzgâr, adamı o ağacın yanına gömmesinin en doğru karar olacağını, hatta adamın vasiyetinin bu doğrultuda olduğuna kanaat getirdi. Kamil’in cansız bedeni Rüzgâr’ın omuzlarında zeytin ağacına doğru ilerliyordu.
İnsanın böyle bir eve ve refaha sahip olabilmesi için bir miktar birikmiş parası olması gerekir. Acaba ne iş yapıyordu bu Kamil? Kodomanlar genelde gıdılı, enseleri yağdan, göbekleri gibi kat kat olmuş tiplerdi. Bu adam zengin olmasına rağmen tıknaz ve oldukça hafif.
Küreği nasırlı avuçlarına alan Rüzgâr, toprağı kazmaya başlamıştı, ta ki toprağın altında ilerlemesine mani olan şeye denk gelene kadar. Rüzgâr küreği toprağa vuruyordu ancak, toprağın altında yatan şey, her neyse aynı şiddetle ona geri vuruyor ve bedenine bir titreşim yayıyordu. Metal ya da tahta değildi. Kürekle çarpıştığı esnada çok fazla ses yankılanmıyordu. Rüzgâr toprağın altında belirmeye başlayan beyaz rengin ne olduğunu anlamak için kürekle üstünkörü eşlemeye başladı toprağı. Beyaz alan genişledikçe küreği bir kenara koyup ellerini kullanmaya başladı. Rüzgâr’a, adamın buraya neden bir tohum dahi ekmediğinin cevabını, karşılaştığı bu cansız kadın bedeni vermeyi başarmıştı. Hayranlık beslediği adam, entelektüel bir katildi. Belki de bir deli... Tanınmış bir hâkim olan M. Adolphe Guilot haklıydı, bin adet okuma yazma bilmeyen caniye karşılık, bugün üç bin adet eğitim görmüş cani bulunmaktaydı. Ve bunlardan bir tanesi ise, narsist Kamil beydi.
Sarkık memeleri, kırışıklığın kuşattığı, yaşını belli eden bir cildi ve Kamil’le aynı uzunluğa sahip beyaz saçları vardı, toprağın altında karşılaştığı kadının. Çiftler evli kaldıkları süre boyunca birbirlerine benzeyebiliyorlardı, bu çiftte onlara verilebilecek örnekler arasında yer alabilirdi.
Ne işi var bu kadının burada? Kamil mi öldürdü bu kadını? Karısı mı yoksa kardeşimi? Birbirlerine bir hayli benziyorlar. Evde bu kadının yer aldığı bir fotoğraf çerçevesi gördüğümü hatırlamıyorum. Evde bir fotoğraf gördüğümü de hatırlamıyorum.
Kadının bedeni uzun süredir burada olmadığını belli edecek dirilikteydi. Ne bir çürük, ne de bir morluk vardı bedenini saran. Herhangi bir silahla öldürdüğünü belli eden bir yara da yoktu vücudunda. Rüzgâr, kadının bedenini incelemeyi tamamladıktan sonra, Kamil’i de kadının üzerine attı ve beyaz çarşafı üzerlerine geri örterek, kazdığı yeri kapatmak için sallıyordu küreği. Kamil’in sayfalara sarılarak gömülme arzunu gerçekleştirmemişti.
Kadın öldükten sonra, Kamil’de öleceğini hissettiği için mi bu küreği ağacın dibinde bıraktı? Tüm bu olacakları önceden biliyor olabilir miydi? Yoksa ölümü beklemek için mi bu eve yerleşmişti? Karısını ya da kardeşi olan bu kadın öldükten sonra, her gün başında dua edebilmek için mi buraya gömmüştü? Yan yana gömülmek isterler miydi, geçirdikleri onca yıldan sonra? Sevdiğim ve değer verdiğim insanlardan herhangi birini bile gömmemişken bu adam bana minnet etmeli! Koca bedenini sarmak için mi doldurmuştu yüzlerce kitabı evine? Kefen neden beyazdır ki? Siyah daha çok yaraşmaz mı ona? Ölenin de, arkasında bıraktığı gözyaşı ve ümitsizliğin ardından, yas tutması gerekmez mi? Mutlu mudur, her ölen?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...