Elinde tuttuğu ve ciğerlerine ilk kez çektiği sigara dumanının sonlarına yaklaşırken, alışveriş merkezi tüm ihtişamıyla yanmaya devam ediyordu. Bir kaldırım köşesine oturmuştu. Gökyüzüne doğru yükselen dumana bakıyordu. Yeryüzünde yalnız olmadığını anladı. Kendi vücut kimyasında var olan elementler, doğada insandan önce var oldukları ve hala daha varlıklarını korudukları için, Rüzgâr’da şuan var olabiliyordu.
Peki ya diğerlerine neden yetmedi, yıldızların ve gezegenlerin koca galaksiye dağıttığı oksijen, karbon, hidrojen ve helyum?..
Vücut kimyası tamamen evrenin ona sağladığı bu elementler sayesinde var olmuştu. Ve o elementler, her türlü ısı ve radyoaktiviteye maruz kalabilen, kaçak şekilde evrende barınabilen bakterilerle birlikte var olmaya ve var etmeye devam edecekti.
Sigarasını bırakmadan, cep telefonunu çıkarttı cebinden. İlk olarak kendisini, ardından yaktığı katedralin birçok fotoğrafını çekti. Oturduğu kaldırımdan kalktı. Yanan binayı farklı açılardan fotoğraflayıp, telefonunu cebine soktu. Sinyal varlığını belli eden beş dişten bir tanesi bile kendisini göstermiyordu, telefonun ekranında. İçinde bulunan elektrik ve gaz tesisatının yanında, dükkânların içerisinde satılan yüksek alkollü, yanıcı maddeler alevlerin binayı hızla sarmasına yardımcı olmuştu. Gece güne kavuşmuşçasına parlıyordu. Ufak tefek patlamalar Rüzgâr’ı ürkütmüş, olay mahallinden biraz daha uzaklaşmıştı. Oturduğu yere kadar geliyordu alevlerin terleten sıcaklığı. Yeni aldığı yağmurluğunu çıkartmış alevlere doğru atmıştı. Yangının ne kadar büyüyüp, çevrede bulunan diğer binalara da sıçrama riskini düşünen Rüzgâr, kaldığı evin buraya olan uzaklığını hesaplayarak içini rahatlatmaya çalıştı. Ne de olsa şehri terk edecekti, hatta ülkeyi. Şehirden çıkarken ardından bunun gibi birkaç eser daha bırakmanın planları uçuşuyordu kafasında.
Banka, fabrika ve bunun gibi alışveriş merkezlerine suikast düzenleyerek içinde bulunduğum monotonluktan kurtulabilir ve yanlış kurulmuş sisteminin temellerini derinden sarsabilirim. Eğer ki, tarih sayfaları yeniden yazılacak olursa, imparator Neron isminin yerine, benim adım zikredilir, yenidünya düzeni üzerinde var olan insanların dillerinde!
Elinde tutuğu sigara, izmaritine kadar yanınca, parmaklarına ulaşan sıcaklık ve pis kokuyla planlarını ertelemek zorunda kalmıştı. Aniden fırlattı sigarayı elinden. Güzel de bir küfür eşlik etti sigaraya yollucuğu boyunca. Yaptığı planla, yanında gezdirdiği alışveriş torbalarının birbirine tezatlığı ilişti zihninin bir köşesine. Yanan binaya doğru, elindeki torbalarla koşmaya başladı. Her birinin içerisinde marka değerini yansıtan simgeleri sayesinde, insanların kafasında imgelere dönüşmüş kumaş parçaları vardı. Kimisi bir hayvan figürünü andırıyordu, kimisi de bir kaç harfin yan yana gelmesiyle oluşmuştu. Bir güllecinin antrenman programına karşı duyduğu sadakat ve hırsla fırlatıyordu, biraz önce büyülenmişçesine doldurduğu kartondan torbaları. Alışveriş merkezi, kendisine ait olan eşyaları benimsemekte zorlanmadı. Bir solukta yakmaya başlamıştı Rüzgâr’a ait olanları. Üzerine yeni giydiği kıyafetlerde, kendisini ağır ve amaçsız hissettiriyordu. Yavaş yavaş, dalgın gözlerle yanan alışveriş merkezini izlerken, üzerindeki kıyafetlerini çıkartmaya başladı. Çıkarttıklarını, yanında kalan tek bir torbanın içerisine, ağırlaşması için tıkıştırmaya başladı. Çırılçıplak kalmıştı. Alevlerin içerisine fırlattığı kıyafetleriyle birlikte, o ana dair fotoğrafladığı kareleri, her ne kadar çekmese de, alışkanlık ve umutla taşıdığı cep telefonuna da veda etmişti. Onu görüp ayıplayacak bir çift göz aradı, ürkek bakışlarıyla. Özgür olduğunu henüz hissedemiyordu. Nasırsız ayak tabanlarıyla attığı ilk adımın ardından, “çırılçıplak ve özgürüm” diye bağırdı Rüzgâr. Sol koluna yedi yıl önce yaptırdığı, “Live to win” yazılı, solmaya başlayan dövmesini de, bir bıçakla kazımayı düşünüyordu. Boş ve çıplak olan sağ omzuyla kolunu birleştiren yere doğru eğdi kafasını. Oraya, doğacak çocuğun portresini yaptıracaktı. Gözleri doldu. Bir arabaya da ihtiyacı yoktu şuanda, evi ayaklarının onu rahatlıkla götürebileceği bir mesafedeydi. Sözde medeniyetten önce, insanların bir günde 40 kilometreden fazla yol aldıklarını hesaplayarak, barındığı ve cesetlerinin olduğu dört duvar arasına doğru yürümeye başladı. Yanan plastiklerin, terlemiş bedenlere defalarca giyilmiş, sonra da yerine asılmış kumaş parçalarının, kimyasalların, metallerin... etrafa yayılan iç bulandırıcı kokusundan hızla uzaklaşmak istiyordu. Varlıklı olmayı var olmak sananlardan olmuştu şimdiye kadar. Bundan sonra bu hatanın kurbanı olmayacağını sanıyordu. Diyete başlayan bir obezin ilk gününde olduğu kadar kararlıydı. Korku filmlerinde yalnız başına yürüyen bir kız çocuğu edasıyla, ıslık tutturdu. Elinde sadece, yürürken yere sürtebileceği, tehdit içeren bir sopa ya da metal parçası eksikti. Tüfeğini de arabanın koltuğunda bırakmıştı. Çırılçıplak ve savunmasızdı. Gözü, toplarına sarılmış bir şekilde uykuda olan penise kaydı. Rüzgâr da, Ecrin’i esir alan penisini hatırlatmak istercesine, kasıklarına doğru esmeye başlamıştı. Rüzgârın kulağına, kendisinin bir nekrofili olduğunu fısıldadığını duyar gibiydi. Artık bu leke üzerine yapışmıştı. Kimse şahit olmamış ve kimse bilmeyecek olsada, kendisi ömrünün sonuna kadar bunu bilecekti. Aklı ona, doğru olanı göstermeye çalışacak, duyguları bedenini ve beynini ele geçirecek, onu yolundan saptıracaktı. Dakikası dakikasını tutmayacak, saniyesi saniyesiyle örtüşmeyecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...