Rüzgâr, hayatının olağan düzeni bozulmamışçasına, gece tasarladığı plana sadık kalmak için barındığı duvarların arasından çıktı. Serap’ın yaptığı kadar, ulaşılması basit bir listeydi bu da; günler belki aylar sonra sokak lambalarının karanlık çökmesiyle devreye girmeyeceğini düşünerek, bir düzine kafa lambası ve bir o kadar da kalem pil, jeneratör, benzin, su geçirmez rahat bir yağmurluk takımı, mum, sırt çantası, çakı, çakmak... Serap ve ona yol boyunca eşlik edecek bir arabaya da ihtiyacı olacaktı. Siyah Honda, havalar daha da soğumaya başladığı anda hasta olmasına sebep olacak kadar korunmasız ve hasarlıydı. Listeyi alıp almadığını kontrol etmeden arabaya doğru yürüyordu. Çöpün kenarında, özenle balık kılçığı ayıklamaya çalışan, tüylerine siyah ve beyaz tonlarının hâkim olduğu bir kedi gördü. Kediye yaklaştıkça ona dönüp kaçmasını umut ederek, adımlarını sertçe yere vuruyordu. Kedinin yanına geldiğinde kedi hala daha hareketsizce, balığın iskeletine gömmüştü kafasını. Görüntünün sokağına yakışmadığını düşünen Rüzgâr, ilk olarak balık kılçıklarını yerden alarak, bunları çöpe attı. Önündeki yemeğinin alınmasına hiç bir tepki vermeyen kediye sinirlenmişti. Kediyi kuyruğundan kaldırarak, onu da, balık kılçıklarını attığı çöpün içerisine bıraktı. Ve konteynerin kapağını üzerlerine kapatarak yoluna devam etti.
Ev kedisi ve sokak kedisi varda, çöp kedisi neden olmasın? Hayvanları bile sınıflandırmaya bayılmıyor muyduk, daha düne kadar? Yanımıza yakışanı evimize alıyor, yakışmayanın kıçına tekmeyi basıyorduk sokağın ortasında!
Yalnızlığını paylaşacağı bir kedisi bile yoktu Rüzgâr’ın. Gene aynısını yapıyor düşüncelerine engel olamıyordu Rüzgâr. Bu yalnızlıkta delirmemek için daha az düşünme ve daha az kendi kendine konuşma kararı almıştı. Sonra da, yalnızken gerçekleştirebileceği en imkânsız şeyin bu olduğunun farkına vardı.
Bazen düşünüyorum da, en iyisi hiç düşünmemek. Dayatılanı bilmek, görmezden gelmek, unutturulanları unutmak...
Kim dayatmıştı ona bu hayatı? Dünyaya gönderdiği dinlerde ve peygamberlerde, sürekli bir hata yapan, sözde kusursuz olan evrenin yaratıcısı, milyarların taptığı tanrı adına, bir denek gibi hissediyordu kendisini. Gene büyük bir hata yapmış, kıyameti de rayına oturtamamıştı, ulu tanrı.
Bir psikiyatrdan randevu alma olanağı, şuan için yok denecek kadar azdı. Can sıkıntısını gidermek, hem de hastalandığı zaman, kendi kendine daha bilinçli tedaviler uygulamak adına tıp kitapları okumaya karar verdi. Belki bir kaç sayfa Freud iyi gelebilirdi ona. Ya da Freud’da böylesi bir durumda kafayı sıyırabilir, çaresizliğin ardına sığınabilirdi.
Ona bunu kim yapıyorsa okkalı bir küfür savurdu içinden. Kim duyacaktı ki onu, yüksek sesle “Amına koyayım” deyiverdi, koyacak bir am bile yokken. İstemsizce etrafına baktı. Cansız bedenler sanki ona bakıyor ve ayıplıyorlardı. Ahlakı iki bacak arasında arayanlar, Rüzgâr’a, deli de diyorlar mıydı acaba?
Hepinizin sikime kadar yolu var. Çok mu küfür ediyorum? Yok yok, az bile dedim.
Çok fazla dar ve ara sokak kullanmaktan kaçınıyordu Rüzgâr. Arabayı, geniş ve ana yollardan sürmeyi tercih ediyordu. Ancak en yakındaki alışveriş merkezine varabilmesi için, sıkışmış ve ölü bedenlerin sürmeye çalıştığı arabalar yüzünden tıkanmış olabileceğini düşündüğü yola girmek zorundaydı. Dün akşam dışarıya çıktığında, bu sokaklardan geçmediği için ışığı yanık olan birkaç evi fark edememişti.
Çocukları yan odalarında uyurken, ince bir pikenin altında terleyen bedenler, sabahleyin uykusunun en tatlı yerinde yetiştiremediği ödevinden dolayı, okula gitmemek için annesine bin bir yalan söyleyecek çocuk cesetleri, bezinde kuruyan çişi içinde ağlamaktan ölmüş bebekler, ayakta işeyenler, sevgilileriyle mesajlaşırken elinde telefonla bekleyen gençler, kitap okuyanlar, film izleyenler, bilgisayar başında bir yandan mastürbasyon yapıp, diğer yandan sosyal medya üzerinden birlikte olmadığı bir kızı olmuşçasına anlatan, mavi bir başparmağa tapan ‘buda’lalar, ellerinde penisleriyle kalmış ergenler, uyandıkları anda çocuklarının ölü bedenleriyle, o şekilde karşılaşan ebeveynler... Evlerin haricindeki hastanelerde yatan yüzlerce hastanın iyileşme umuduyla gittiği, ancak ölürken arkalarında onları tedavi edecek doktorları da yanlarında götürdüğü, kokusuna hiçbir zaman alışamadığım yerler... Ya hapishaneler, kader arkadaşlarının öldüğünü fark edip, arkadaşlarıyla aynı kaderi paylaşan gardiyanlara sesini duyurmaya çalışan ve en sonunda sınırları betonla çekilmiş ceza mangasında kafayı yiyen mahkûmları barındıran koğuşlar... tımarhaneler...
Rüzgâr’ın arabadan inip, tek tek evleri kontrol etme arzusu, tahayyüllerinde canlanan bu görüntülerden sonra bir anda sönüp gitti ve isteksizce sağa kırdı direksiyonu, sinyal vermemişti. Onu kesin sonuca ulaştıracak, varsa yaşayan insanlara ulaşmasını sağlayacak daha iyi bir plana ihtiyacı vardı. Döndüğü anda, sağ tarafında yatan, parçaları etrafa saçılmış bir motosiklet gördü. Hızını düşürerek, motosikleti kullanan kişiyi arıyordu gözleri. Üç araba sonra yerde yatan kasklı bir adam gördü Rüzgâr. Arabasını durdurup adamının yanına gitti ve kaskını çıkardı. Yüzü annesi tarafından bile tanınmayacak halde olan adamın, burnundan ağzı olduğunu tahmin ettiği yerin içine doğru akan, kurumuş kan izleri vardı. Rüzgâr, adamın kırılmış kemiklerinin yanından, kendi kanıyla da boğulmuş olabileceğini düşündü. Adamın ceplerine baktı, cep telefonu kemiklerinden farkı kalmamıştı. Paramparçaydı. Siyah cüzdanın içerisinden çıkarttığı ehliyetin üzerinde, “Musap Özdemir” yazılıydı. Adının taşıdığı güçlü anlamını, Musap’ın kemikleri pekte özümsememişti. Rüzgâr, şuandan itibaren motosiklet ile seyahat etme fikrine daha da soğuk kıyılardan bakmaya başlamıştı. Yardım ararcasına başını etrafta gezdirdi. Bu mahallede sokağı aydınlatan lambalardan başka bir ışık yanmıyordu, apartmanlarda. Birinci katta bulunan balkonun altına, sığınmış bir kadın gördü Rüzgâr. Yeterince donuk ve hareketsizdi. Yağmış olan yağmurdan saklanmaya çalışır bir hali vardı kadının. Dünya üzerinde diğer bireylere muhtaç olduğunu unutmaya çalışarak, az nüfuslu bir kasabada ya da köyde dünyaya gelmiş bir kişi gibi hissetmeye çalışıyor, halindeki anlık memnuniyetle adımlarını sayarak kadına doğru yürüyordu. Bir yandan da, kendi kendine sorular soruyordu:
Acaba kadın mı, yoksa adam mı daha önce öldü? Hangisi ilk olarak birbirini görmüştü? Adam kadını gördüğünde dikkati dağıldığı için mi kaza yaptı? Yoksa adamın organları motorun üzerindeyken işlevlerini yitirdiği için mi kaza yaptı?
Adımlarını saymaya devam etti, “...Yedi, sekiz.”
Kadın, yakından çok daha güzel görünüyordu. Dar sokağı aydınlatan trafonun henüz bitmemiş enerjisiyle parıldayan sokak lambalarının saçtığı ışıktan daha çok ışık saçıyordu bu kadın. Zamanında Serap’a söylediği, şuan ise sadece beyninde yankılanan şairane sözleri dökmek istedi kadının yüzüne karşı.
Kim bilir gün ışığında, nasıl görünürdü? Güneş böylesi bir güzelliğe ve ışıltıya rağmen, nasıl olurda doğmaktan çekinmiyordu?
Siyah, dizinin üstünde olan eteğinden ziyade, ten rengi çorabının içinde parıldayan bacaklarına kaydı gözü Rüzgâr’ın. Topuklu ayakkabıları, kalçasını olduğundan daha büyük gösteren ufak bir hileye kapılmıştı, baba olmanın ağırlığı altında ezilen libidosu rahatlamış, kendini gösterecek anı yakalamıştı. İnsani ve hayvani dürtülerinin karışımıyla alenen süzdü kadını, baştan ayağa. Güzelliğine hürmeten sadece selamlamakla yetindi kadını. Kadın Rüzgâr’ı beğenmemiş olacaktı ki, selamına karşılık vermedi. Çünkü yenidünya bunu gerektiriyordu. Arabasına doğru yönelmişti. Ne çantasını kurcaladı ne de cep telefonuna baktı, ona ulaşmaya çalışan birilileri var mı diye? Yalnızlığını kabullenmeye başlıyordu.
Çok mu zordu bir selam. Acaba akşamdan kalma olduğum için, midemden ağzına yayılan alkol kokusu mu, hoşuna gitmedi bu kadının? Ne yapsın lan salak, boynuna mı sarılsın, yaşamıyor işte.
Ağrıyan başının içersinde yayılan anlamsız soruların cevabını alamayacağı kadının üzerine doğru, gerisin geri yürümeye başladı Rüzgâr. Tüm suçlu o kadınmışçasına nefretle bakıyordu, az evvel hayranlık duyduğu cansız bedene. Parfüm kokusunun kaynağı olan boynuna ilişti gözleri. Altın ve sevgilisinden armağan olduğunu tahmin ettiği kolyesinde, “Ecrin” yazıyordu. Anlamını düşündü, ama bilmiyordu. Merakı kadını incelerken kat ve kat artıyordu. Ne beyaz ne de esmer denebilecek bir tene sahipti Ecrin. Buğday dedikleri kıvam bu olmalıydı. Bir erkeği kendisine köle edebilecek çekicilikteki ten rengiydi bu. Kadının vücudunun açıkta olan her her yerini dikkatlice incelemeye başladı Rüzgâr. Fazla fondöten ve pudraya boğulmamıştı yüzü, ama yinede doğallığını koruyordu. Ecrin’in evden çıkmadan önce defalarca eline alıp sonradan bıraktığı, kararsızlık ve aceleyle sürdüğü pembe rujlu dudaklarına dokunmak istedi Rüzgâr, dudaklarıyla. Ama hissedeceği soğuklukla harekete geçen penisinin inmesinden korktuğu için kadına dokunmayı erteledi. Göz kapaklarının üstünü ve altını saran kirpiklerine özenerek çektiği rimel, kaşlarını olduğundan uzun ve itici göstersede, profesyonelce sürdüğü göz kalemi sayesinde, gözlerindeki çekiciliği ve gizemi korumayı başarmıştı Ecrin. Bu kusursuz güzelliğe dair daha fazla şey görmek istiyordu Rüzgâr. Kadının omzundaki çantayı alıp, sakince yere bıraktı. Rüzgâr’ın eline, Ecrin’in çantasıyla birlikte karamel rengine yakın saçları da geldi. Birkaç kırık tel ayrıldı o an köklerinden. Sağ ve sol yüzük parmaklarında, o altın çember yoktu. Pembe kimliğine bakmak istedi, vazgeçti. Mavi gözlerini, kadının yeşil gözlerinden korkarcasına kaçırıyor, bakışlarını kadının vücudundan ayırmamaya çalışıyordu. Çantanın ardından kırmızı ceketinin düğmelerini açmakla meşgul olan Rüzgâr, Ecrin’in ceketini bile kabartan göğüs dekoltesine ulaştığı anda, penisinin donunu yırtabileceğine dair bahse girebilirdi. Serap’ın ölü bedenine rağmen sarkmayan, süt dolu memelerinden bile daha büyüktü Ecrin’inkiler...
Tıpkı, silikondan yapılmış cansız bir bebek gibiydi. Tam da, insanın yalnızlığına çare olacak, para verip satın alınan ve erkeklerin tek kişilik yataklarının altındaki bazalarında saklanabilecek cinstendi. Duyguları ve ruhları olmadıkları halde, duyguları ve ruhları doyurabiliyorlardı.
Nekrofiliye en yakın seks deneyimini, askerlerine şişme bebekle yaşatan Hitler kadar acımasız ve güç bağımlısı olmaya başlıyordu Rüzgâr. Faşist rejim, gücü elinde tutanın her zaman uygulamaya yelteneceği, linçle harmanlanarak bastırılmışlarını tatmin edebileceği bir politika biçimiydi. Dünya üzerindeki tek kişilik iktidar olma yolunda ilerleyen Rüzgâr, yaptığını kafasının içerisinde meşrulaştırmaya çalışarak, arabasına doğru hızlı adımlarla yürüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...