Her köşe başında rastlanması muhtemel, bakkal katili marketlerden birisinin önünde durdu Rüzgâr. Düşünceleri de fiziksel durgunluğun ardından son bulmuştu. Yeni bir tik sahibi olmuşçasına tekrardan kontrol etmişti sağını ve solunu. Kurşun israfı olamaması adına, vücudunu geriye attı, kalçasından aldığı kuvvetle sağlam bir tekme savurdu ayakkabısının kalın tabanıyla, boyundan büyük olan cam kapıya. Yere dökülen cam parçalarından önce kulağını sağır eden alarmın sesi yankılanmaya başladı etrafta. Duyduğu sesin yüksekliği ve aniden cereyan etmesi karşısında, titreyen bir adamı kayıt altına alıyordu mağazanın güvenlik kameraları. Önceden hesap edemediği sesin şokunu atlattık sonra, cam parçalarını ezerek girdi markete. Yankılanan alarm sesini duymazdan geliyordu. Etrafındaki her şey onundu; rengârenk paketlere gizlenmiş ve doğallığını işlendikleri fabrikalarda kaybettikten sonra ateş pahası fiyatlara bürünen gıdalar, hiç bir zaman yapılışını merak etmediği kimyasal temizlik malzemeleri, kişisel bakım ürünleri ve onun için en önemlisi, düzenli bir maddi gelir elde etmesiyle birlikte hayatında düzenli olarak yer alan alkol şişeleri... Mağaza içindeki her şey ambalajlanmıştı. İçlerinde sakladıkları ürünleri belirli ölçü ve ağırlıklarla standardize eden paketler, onları tüketen insanları da kendileri gibi belli kalıplara sokmayı başarıyordu. Listenin en altında yazılı olan kırmızı şarabı, evine daha yakın olan, İslam çatısı altında birleşmiş marketlerde bulamayacağını bildiği için biraz daha fazla yürümeyi göze almıştı Rüzgâr. Böylece daha fazla alanı kolaçan etme imkânına sahip olmuş, ancak yaşayan birilerine rastlayamamıştı. Marketten çıkarken, kafasını alarm sesine çıkartan birileri olup olmadığını tespit edebilmek için, mağazayı çevreleyen bütün binaları dikkatlice inceleyecekti.
Rüzgâr’ın, Serap’ın oluşturduğu alışveriş listesinin dışına çıktığı, sepetin dışarısına taşan paketlerden belli oluyordu. Yere düşen bir kaç paketi tekrardan, maddi açıdan kaygı yaşamadan ürünlere sahip olmanın verdiği mutlulukla sepetin içine tepmeye çalışıyordu. Onu evde bekleyen, henüz yedisi bile çıkmamış ölülerinin varlığını unutturmuştu rengârenk paketler. Sahip olma hissiyatının, zenginlerde yarattığı psikolojik etkiyi test eder bir hali vardı. Çıkardığı sonuç ise, şuan kendisi için olduğu gibi, para da, onlar için kimi zaman suni bir mutluluk kaynağıydı. Hayalini dahikurmadığı, gündelik hayatında hiç bir zaman aklına düşmeyen ürünleri, ağzı kulaklarında, düşünmeden gözüne hoş geleni fırlatıyordu sepete. Yiyemeyeceğini bile bile... Tüketmek için tüketiyordu.
Alarm sesini umursayan ya da duyan kimse olmamıştı. Eve girmeden önce, gün aşırı ekmek aldığı fırının, yanan ışıkları umutlandırmıştı Rüzgâr’ı. Fırına girer girmez, kömüre dönmüş ekmek kalıntılarının kokusu geldi burnuna. İçeriyi kaplayan is, açık olan kapıdan kendisine bir çıkış yolu açmış olacak ki, ekmek hamurunun piştiği taş ocağın kapağının haricinde hiçbir yeri, siyaha boyamamıştı. Marketteki poşetlenmiş ekmeklere nazaran, bedenleri donmadan evvel hamur ustalarının yaptıkları, kömüre dönmemiş ekmeklerden, bir poşetin içerisine alabileceğinden fazlasını koyarak çıktı fırından. Taş ocağının önünde, birbirlerine bir şeyler anlatmaya çalıştıkları, havada kalan, una bulanmış kolları ve ellerinden anlaşılan iki fırıncıya baktı son kez Rüzgâr. Sohbetlerini noktalamadan hayatlarının sonlanacaklarını bilemezlerdi...
Fırının kapısının önüne koyduğu dört tekerlekli alışveriş arabasını sürüklemeye başlamadan önce, poşetlediği ekmeklerden bir parça kopartıp ağzına attı Rüzgâr. Yol boyunca, ekmeğin içerisine bir şeyler koyarak, ağzına tıkıştırıyor ve düşünmemeye çalışıyordu.
Giriş katındaki basamaklardan çıkarırken zorlandığı alışveriş sepetini tereddüt etmeden asansöre bindirdi ve “7” yazan butona bastı. Kendisi gene merdivenleri tercih etmişti. Dört tekerlekli sepet, Rüzgâr’dan evvel asansörün içerisinde, herhangi bir kat arasına mahkûm olmadan yedinci kata ulaşmıştı.
Aldığı yiyecekleri ve içebileceğinde fazlası olan üç şişe kırmızı şarabı dolaba yerleştirdi. Karşılaşabileceği ani bir elektrik kesintisine karşın, onlarca mumu evin her köşesine dizdi. Bir jeneratör almayı not etti, şarjı tükenmek üzere olan cep telefonuna. Şarj cihazını, üzerinde siyah lekeler oluşmuş prize taktı. Aldığı dana etlerini, tereyağı ve sarımsak eşliğinde kızdırdığı bir tavanın içerisinde pişirmeye koyuldu. Kızgın yağda cızırdayan etler, müziğin eksikliğini hatırlattı Rüzgâr’a. Artık müzik çalmaktan öte bir işe yaramayacak cep telefonunun hoparlöründen yayılan Jamie Woon’un haykırışları bastırmıştı, kızaran etin tavada çıkarttığı sesleri. Müzik, kulaktan aldığı bir uyuşturucu gibi tesir etti vücuduna. Tenine sıçrayan kızgın yağ tanelerine rağmen, kolları ve elleri tavanın yakınlarında tutmakta ısrarcıydı. Bedenini ritme uygun olmayan bir şekilde ileri geri sallıyor, göz kapaklarıysa, yer çekimine karşı koyarcasına, tavadan yükselen dumana rağmen aşağıya inmiyordu. Bugün, ekmek almak için girdiği fırının ardından burnuna gelen ikinci yanık kokusu, ona etlerin diğer yüzünü çevirmesini gerektiğini hatırlatmıştı. Etin çevirdiği kısmını, kısık ateşte daha az pişirerek, yanık tarafın vereceği tadı bastırmasını umuyordu.
Sanki ailecek yiyecekleri bir akşam yemeğine hazırlanıyormuşçasına, annesini, babasını ve karısını, salonda oturacağı koltuğun karşındaki koltuğa taşıdı. Üçü de birbirinden destek alarak oturuyordu Rüzgâr’ın karşısında; Serap ve Cevriye başlarını sola yatırmışlardı, Naci ise onların aksine başını sağa yatırarak onlardan destek alıyordu. Bu şekilde bir fotoğrafları bile yoktu. Ölüm onları, Rüzgâr’ında yardımıyla birbirlerine yakınlaştırmayı başarmıştı. Rüzgâr, bir ara Ozan’ı da koltuğa taşımayı düşündü, ancak, adı üzerinde bu bir aile yemeğiydi. Bu hazin tablo karşısında ağlaması için henüz çok erkendi. Mutfakta, yaktığı etlere rağmen bir kadeh kırmızı şarap içebilmişti. Kanı henüz normal yoğunluğunu koruyorken duygularını bastırmayı başarabiliyordu. Hristiyan usulü cenaze merasiminde, sevdiklerini son yolcuğuna uğurlayacak konuşmayı yapabilmesi için daha fazla şarap içmesi gerekliydi. Üçünün de gözlerine bakarak konuşmak istiyordu.
Pek kolay olmamıştı saatlerdir birbirine kenetlenen göz kapaklarını kaldırmak. Verdiği derin nefesle birlikte koltuğa bıraktı kendisini. Boşalmış kadehini doldururken sırasıyla, babasına, annesine ve karşısında öyle durmasına pekte alışık olmadığı karısına bakıyordu. Taşan bardaktan sehpanın üzerine dökülen şarabı ve halıya akan damlaları da umursamadan, onu hayata bağlayan üç kişiye doğru kaldırdı kadehini. Hüzünle büktüğü dudaklarından, noktalayamadığı, birbirlerinin ağırlığı altında ezilen üç kelime döküldü boşluğa.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
Fiksi UmumHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...