Rüzgâr, Serap'ın parmak izlerini henüz üzerinde barındıran ve apartmanlarına açılan çelik kapının kilidini iki kere sağa doğru döndürdü. Beş ufak adımdan sonra karşı komşuları Selen ve Gökhan'ın dairesinin önündeydi. Tek yapması gereken, zile basmaktı. Ancak Selen ve Gökhan'ın, Serap'ın ölüm haberi karşısında yaşayacakları şoku canlandırmaya çalıştı gözünde. Ozan'ın telefonda söylediği gibi, belki de hiçbir şey söylemesine gerek kalmayacaktı karşısında onu duymayan cansız bedenlere... Sarılarak ağlayacağı birisine çok ihtiyacı vardı. Kim olduğu umurumda bile değildi. Nefes alan, sıcak ve kirpikleri üzerine düşen gözlerle, ona bakan bir insan bedeniydi karşılaşmak istediği. Hiçbir kelimeye ihtiyaç duymadan, kollarıyla sardığı bedenin onu anlamasını istiyordu. Herhangi bir omuza dökülen gözyaşları kimi zaman süslü kitap cümlelerinden daha çok şey anlatabilirdi, insanoğluna. Üzerine ince bir bakır parçalarıyla 'Selen ve Gökhan' yazılı kestane renkli kapının tokmağına götürdü sağ elini. Üç kere, ileri-geri oynattı altın renkli tokmağı. Kapının önünde geçirdiği saniyeler dakikalara özeniyordu, hareketsizce duruyordu. Kapı tokmağının çıkarttığı sesin ardından duyduğu ilk ses, evin içerisinden gelen kadın hıçkırıkları oldu. Selen kapıya doğru yaklaştıkça, hıçkırıklara eklenen gözyaşlarının sesleri, dışarıda yağan yağmurun sesini alt edecek kadar şiddetliydi. Ama koridorda bulunan, uzunlamasına serilmiş halılar buna müsaade etmedi. Sabırsızlanan Rüzgâr, elini tokmaktan çekerek, zile ardı ardına bastı. Selen, diyaframını terk ettiği için pişmanlık duyan kısık sesiyle, "Kim o?" diyebilmişti. Kimin olduğunu anlamak için, delikten bakmak aklına gelmemişti Selen'in. Belki de, o da, sarılacak birine ihtiyaç duyduğu için, umduğu cevabı almak üzere, "Kim o?" diye sormuştu.
"Selen aç kapıyı, benim Rüzgâr." Daha kendi bir ölümün acısını yaşıyorken nasıl olacaktı da Selen'i teselli edecekti. Daha da önemlisi kendisinin bile henüz net olarak bilmediği bir durumu nasıl anlatacaktı Selen'e?
Kapı Rüzgâr'ın düşünceleri eşliğinde aralandı. Rüzgâr endişeli ve hafif bir dokunuşla kapıda olan aralığı genişletmeye çalıştı. Çünkü Selen tarafından açılan kapı, 15 santim kadar aralandıktan sonra daha fazla aralanmadı.
Yaşadığı üzüntüye endişe ekleyerek, titrek sesiyle, "Selen aç kapıyı benim Rüzgâr" diyerek yineledi beş saniye önceki cümlesini. Sesine karşılık alamayan Rüzgâr, sağ eliyle kapının kolunu sıkıca kavradı, sol omzunu kapının gövdesine dayayarak hafifçe araladı kapıyı. İçeriye ilk giren, meraklı bakışlar eşliğinde Rüzgâr'ın başı oldu. O sessizlik içinde büyük bir gürültü yarattı Selen'in yere düşen bedeni. Çıkan sesle birlikte titrek bedenini de artık arkadaşlarının evine sokabilmişti Rüzgâr. Bedeni, uzun koridor boyunca yere serili bir şekilde yatan Selen, Rüzgâr'a, "Seni gördüğüme sevindim, içeri gelsene" demeyi çok isterdi, ama diyemedi. Ozan'ın anlattıklarına inanmayarak, bayılmış olduğunu düşünmek istedi. Selen'in yerde yatan bedenine doğru çöktü Rüzgâr, sol eliyle yerden destek alıyordu, düşmemek için. Dakikalar içinde karşılaştığı ikinci ölümü tasdikleyecek olan hareketi yaptı; sağ elinin işaret parmağını Selen'in boynuna götürdü. Yerde yatan kadının bedeninin, daha yeni ölmüş birine göre hayli soğuktu olduğunu fark etmesi için altı yıllık tıp eğitimi almış olması gerekmiyordu. Kalbi durmuştu Selen'in. Cevabından emin olmadığı bir soruyu cevaplarcasına endişeliydi sesi, korkmuştu, yalnızca, "S-e-l-e-n" harfleri döküldü, Rüzgâr'ın ağzından. Yaşananlar karşısında evin ataerkil kültürünü devam ettiren, erkek bireyi Gökan'ın sesi kısık kalmıştı yaşananlar karşısında. Hatta hiç ses çıkartmıyordu ölen karısının ardından. Rüzgâr, Gökhan'ı kontrol etmek için ayağa kalkmaya yeltendi ancak, bedeni buna müsaade etmedi, başı dönmeye ve midesi bulanmaya başlamıştı. Bayılacağından emin, düştüğü anda kafasını bir yerlere çarpmasın diye, ayağa kalkması için zorlamadı bedenini. "Yoksa donmuş bir vücuda sahip olmak için gerekli belirtiler bunlar mı?" diye geçirdi aklından, yaşadığı son anlarda karısının yanında olmak istiyordu.
Hiç gelmemeliydim buraya, Serap'a sarılarak ölmeliydim bende. Bebeğime dokunmalıydı şuan ellerim.
Olduğu yerde otuz kırk saniye kadar hareketsizce bekledi, dizi senaryolarına replik olacak cümleleri, kafasının içerisinden ona eşlik ediyordu. Sustuğu anda tekrar ayağa kalkmayı denedi ve aynı reaksiyonlarla karşılaşmadan Gökhan'ın cansız bedenine doğru yürüyebilmişti. Bir anda iyi hissetmeye başlamıştı kendisini. Gökhan'ında öldüğünün bilincindeydi. İnsanı yaşatan umuttur ya, o da bir umut, "Gökhan lütfen sende ölmüş olma" diyerek, sesli düşündü. Kendisinin de bir ölümlü olduğunu unutarak, Serap'ın yanında ölme arzusunu erteledi. Ayakları kısa mesafe koşularına özenmiyordu, elleriydi o anda hızlı olan. Yaşadıklarının intikamını alırcasına, iki tokat attı sakallarının köklerini belli eden yanaklarına. En son, lisedeki Gülse isimli matematik öğretmeninden bu şiddette bir tokat yemişti. Gözünü açtığı anda arzuladığı sahneye kavuşamadı; Serap'la paylaştıkları yatakta uyanmadı yeni bir sabaha. Kafasını yerden kaldırdığı anda, Gökhan'ın çorapsız ayaklarına bakarken buldu kendisini. Yatak odasının açık kapısından gözüken buydu. Adımlarından hızlı olan nabzıyla, Gökhan'ın yattığı yatağa doğru yürüdü. Rüzgâr, Gökhan'ın, sonbahardaki kurumuş yaprakları andıran yeşil gözlerine baktı. O anda, Gökhan'ın uyandıktan sonra ölmüş olduğunu anladı. Bir sabah için edindiği iki ölüm tecrübesiyle, Gökhan'ın nabzını kontrol etme gerekliliği hissetmedi. Bu gidişle, bir gün içerisinde acil tıp teknisyenlerinden daha çok nabız kontrolü yapabilirdi ya da bir hemşireden. Yatağa doğru eğilmeden, yukarıdan bir bakışla, komşusu Gökhan'a karşı son vazifesini gerçekleştirdi. Gökhan'ın açık olan gözlerini, Serap ve Selen'in nabzını kontrol ettiği işaret ve orta parmağı ile kapattı. Salondan balkona açılan kapıya doğru yöneldi. Gözlerini yerde yatan Selen'in üzerinden çekti ve üzerinden geniş bir adım atarak, koridordan evin en büyük odasına doğru geçti. Balkonun beyaz mermer zeminine vuran yağmur damlaları, giderin bulunduğu tarafta çamur birikintisi oluşturmuştu. Selen ve Gökhan'ın balkonu kış başladığından bu yana kullanmadıkları su götürmez bir gerçekti. Tabi ki bunda caddeye bakan, gürültülü bir cephenin de etkisi büyüktü. Rüzgâr o anda, kulağına gelmeyen motor ve korna seslerinin eksikliğini hissetti. Balkonun ıslanmış korkulukları, dokunduğu insan bedenlerinden daha soğuktu ve aniden titredi. Ellerini omuz başlarında kovuşturdu, neredeyse yirmi metre yükseklikten beş arabanın trafikte seyir aldığı caddeyi izliyordu. Geceden park eden arabalar, normal şartlarda dört şerit olarak trafiğe açık olan caddeyi, iki şeride düşürmüştü. Park eden bu araçlardan iki veya üç tanesi hariç bulundukları park yerini, sabahın ilk ışıklarıyla terk etmemişti. Sayamayacağı kadar araba olduğu yerde bekliyorken, sayabildiği iki adet boş park yeri vardı, cadde üzerinde. 4 milyonluk şehir, resmi bir tatil gününe uyanmıştı sanki. Resmi bir ölüm günüydü bugün. Trafiğe çıkabilmiş üç arabanın arasındaki mesafe bir türlü kapanmıyordu. Yeşile dönen trafik ışıklarına rağmen bekliyorlardı. Şimdiye kadar içerisinden birilerinin camdan kafasını çıkartıp, önünde öylece duran araca ve şoförüne, bildiği tüm küfürleri etmesi gerekirdi. Üç şoförden bir tanesi bu asil görevi üstlenmişti şimdi. Önünde bulunan beyaz Volkswagen'e çarpmamak için, 10 kilometreyi bulmayan hızıyla ilerliyordu, bastığı kornanın sesi eşliğinde. Önündeki Volkswagen ile renktaş olan Şahin, ani olmayan bir frenle hızını 0 kilometreye indirdi. Karşı şeridinde bulunan siyah Honda, Şahin'in önündeki arabayı geçmesini engelliyordu. Şahin'in şoförü, iki aracın arasına girip, Şahin'ini aynasız ve çizikler içinde bırakmak istemiyordu. Beyaz Şahin'in içinden inen vitamin ve kemik yoksunu olan kısa boylu adam, kollarını bir kabadayı edasıyla açıp, önünde duran Volkswagen'e doğru yürüyordu. Volkswagen'in şoförünü öldürebileceği izlenimini yaratmıştı Rüzgâr'ın gözlerinde. Adamın sinirle attığı adımlar, cadde üzerinde biriken suları, kahverengi pantolonunun diz kapaklarına kadar sıçratıyordu. Kornaya basarken terleyen avuç içlerini, yağmur suları daha da ıslatmıştı. Islanan ellerine rağmen Volkswagen'in kapı kolunu sıkıca kavradı, kısa boylu ve bir o kadar da küçük elli adam. Adamın dudakları bir açılıp bir kapanıyor, yere şiddetle düşen yağmur damlaları, adamın ağzından çıkan kelimelerin Rüzgâr'ın kulağına ulaşmasını engelliyordu. İlk olarak kafası girdi şoförün kabinine, ardından vücudu takip etti kellesini. Geçen saniyelerle birilikte vitamin yoksunu adam, caddeye domalmış bir şekilde bekliyordu, sırtında oluşan kamburuyla. Arabayı kuş bakışı gördüğü için, içerisinde olanları tam olarak kestiremiyordu Rüzgâr. Rüzgâr'ın aşağıda olanları anlaması için bir dakikadan uzun bir süre, gözlerini almadan bakması gerekti adama. Kısa bedeni tamamen hareketsiz, kamburuna ve kalçasına vuran yağmur damlalarından da rahatsız olmuyor gibi bir hali vardı. Eskimiş ama yağmur sayesinde temizlenen ayakkabısının içerinse yarım kilo su dolmuş olmalıydı. Ama o, halinden son derece memnun bir tavır sergiliyor ve yerini yadırgamayan bir köpek gibi bekliyordu. Yakınında bulunan tek canlı insandan da umudunu kesti Rüzgâr. Yaşadığını umduğu Ozan'ı aramaya başladı gözleri. Ozan'ın telefonda durumu anlatmaya çabalamamasını takdir etmişti Rüzgâr. Çünkü vakit kaybından başka bir işe yaramazdı. Rüzgâr, yaşananları kendi gözleriyle görmesine rağmen duruma bir anlam kazandıramamıştı. Meraklı bakışlarını, sevdiği insanlarla aynı kaderi paylaştığı adamdan çekip, Ozan'ın beyaz arabasını aramaya başladı. Evlerinin arasındaki on beş dakikalık koşu mesafesini de, aklında bulunduran Rüzgâr, kaldırımları da kolaçan etmeye başlamıştı. Beyaz bir akciğerden yoksun olan Ozan'ın bu mesafeyi en fazla yirmi dakikada alması gerekirdi. Ozan'ı aramak ve son olarak konuştukları zamanı kontrol etmek istedi, ancak telefonunu yanına almadığını fark etti. Evine doğru ilk adımını attığı sırada güçlü bir motorun sesi yankılanmaya başladı cadde üzerinde, beyaz bir cipti, insanlığı uyandırmak için, bağırarak gelen. En az 90 kilometre hızla yol alan beyaz cip, saniyeler içinde frene basmazsa, ilk olarak beyaz Volkswagen'in açık olan kapısına çarpacak, ardından kapının arkasında duran kamburu çıkmış adamın beyaz gömleğini kana bulayacaktı. Pek hazin bir son sayılmazdı; bugün ölen diğer insanların aksine, bir katili ve bir de ölüm sebebi olacaktı. Belki de, ardından gözyaşı dökecek bir sevdiği, Mobese kameralarının şahitliğine rağmen ona çarpan kişiyi yargılayacak bir hâkim dahi kalmayacaktı yeryüzünde.
Ani bir fren sesi doğruladı bu senaryoyu. Birbirini ezen metal yığınlarının can çekişen çığlıklarıydı, ilk olarak Rüzgâr'ın kulağına gelen ses. Onu takip eden ise, yere dökülen cam parçalarının yağmura karışan gözyaşı taneleri olmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...