Bölüm 29

1 0 0
                                    

Rüzgâr’ın arabanın ön camını parçalayan kafatasının içindeki duygular, belinden fırlayıp havada onunla birlikte süzülen silaha sıçramıştı; mutluydu dünya üzerindeki son insana ölüm yolculuğunda eşlik ederken. Glock ismi bedenine kazınmış 96 milimetre namlu uzunluğuna sahip silah, Rüzgâr’a ölmeden önce son bir selam vermek istercesine burnunu sıyırıp, geçti gözlerinin önünden. Ona acısız bir ölüm tattırabilecekken, o da diğerleri gibi yalnız bırakmayı tercih ediyordu Rüzgâr’ı. Mutluydu, kimse artık üzerinden ticaret yapamayacaktı, beline toka olduğu kişilerin güvendiği bir metal yığını değildi artık. Şarjör yatağında sessizce yatan 6 adet kurşun da, kendisini tatmadan göçüp giden ve kendisi üzerinden zenginleşen liberallere saplanamadığı için buruk, bir o kadar da efkârlıydılar, milyonlarcasının canlarına mal oldukları için. Tek tesellileri, bir daha asla masum bir insana saplanamayacak olmalarıydı. İnsanların, adını, kendilerini var edebilecekleri toprak mücadelesi koymak yerine, kibarca, “savaş” koydukları olaya alet olmayacaktı. Öyle eyri oturup doğru tartışmaya gerek yok; altı milyar yılda, altı milyardan fazla insanla var olan evrenin üzerinde insanlık bir milyon yıl barınamamış, üstüne üstlük milyonlarca silaha ihtiyaç duymuşlardı. Üreme arzularının başlarına bir gün bu kadar dert açacağını bilseler onu daha önceden icat edebilirlerdi. Rüzgâr’ la aralarında gözle görülemeyecek bir mesafe vardı artık. Üzerine düştüğü toprak parçası, onu kavrayan bir elden her daim mutlu edecekti.

  İnsanoğlunun adını günah olarak adlandırdıkları olguların tüm sonuçlarını, Rüzgâr, kendi omuzları üzerine yüklemişti. Yer çekimi bunu fırsat bilerek onu daha da hızla çekiyordu kendisine. Yıldızlarda insanlarla birlikte kayıplara karışmıştı. Gökyüzünde kendisini temsil eden tek bir yıldız ona gülümsercesine parlıyordu. Koca çınarın yorgun kolları bile ona ihanet etmiş, suratında çizmediği bir yer bırakmamıştı. Kanla kaplı yüzünün ve gözlerinin önünden geçen silaha, kendisini o anda kurtarabilecek koca bir beton parçasıymışçasına bakıyor ve uzanmaya çalışıyordu. Havada, bir yağmur damlasıymışçasına süzülen ön camın parçaları ise, umutlarının tuzla buz olduğunu haber veriyordu Rüzgâr’a, toprağa karışmadan evvel.

“Neden ben?” diye, sorduğu sırada gene aynı beyazlıkla(saflıkla) bakıyordu bulutlar Rüzgâr’a. İsyan ettiği tanrının, onu öldükten sonra cennete mi, yoksa cehennememi kabul edeceğini meraklı bakışlarla bekliyordu. Aslında o, ateşle harmanlanan bir ceza sistemine dayanan cehennem tahayyüllerinden daha fazlasını tanıklık etmişti. Belki Rüzgâr’ın cehennemine vedasıydı, geçirdiği bu kaza. Her şey yağmurla birlikte başlamıştı, yağmurla birlikte son buluyordu. Yaktığı köprüyü, yağmaya başlayan yağmur damlaları söndürmeden görmek isterdi... Su hayatı var ettiği gibi, şuan yok ediyordu. Tamamıyla bir uyku hali mi esir alacaktı vücudunu? Onu tekrardan vajinası ve penisiyle var edebilecek, iki canlı bedenin seksi, son anlarına kavuşuyor olabilir miydi? Hangimiz fetüs halini hatırlayabilirdi! Gidiyordu, onlara bunu yaşatanla hesaplaşmaya, insanlığı var edip, onlardan kat ve kat üstün, hatta bir o kadar ego sahibine hesap sormaya. Kalbinin atış hızına örnek gösterilebilecek kadar hızlı bir araba üretilmemişti yeryüzünde, belki kişiye özel bir jet bu kadar hızlı uçabilirdi. O jet birazdan göğüs kafesini parçalayacaktı. Bedeni bir okyanus kadar ıslak ve tuzla kaplanmıştı; terliyordu.

Vasiyet yazma şansına sahip olamadan, sevgisizlik, cansız bedenler, psikolojik bunalım, tecrübe, ölüm, yok oluş ve bir cehennem bırakıyordu arkasında. Kıyametinde bir sonu ve amacı vardı. Ve o son artık gelip çatmıştı. Kitlelerin var olduğu zamandaki gibi, o da sorumsuzluğu seçmiş, aptalca bir ölüme kurban gitmişti. Kınadığı duyarsızlara karşın hiç bir farkındalık yaratamamıştı dünya üzerinde. Ama artık kendisi her şeyin farkındaydı. Hiç değilse kendisi olmuştu. Kuralsız bir düzende, katil, hırsız, kundakçı, sapık... kimliklerine bürünmüştü.

İçindeki nefretten nefret ediyordu artık, dışladığı insanları tekrardan içine almaya çalışıyordu, kendisinin de yazdığı gibi, kırdığı tüm kalpleri dünyanın en adi yapıştırıcısı olan pişmanlıkla onarmaya çalışıyordu... Farkındalık sınavının ikinci etabında da başarısızlığa uğramış küçük bir çocuk kadar hüzünlüydü.

Ölmeden önce uçmadım demeyecekti! Yahut yeniden doğmadan önce...

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin