Biyolojik saati adeta bir asker disiplininde işlediği için hiçbir zaman alarm kurma gerekliliği hissetmezdi Rüzgâr. Beyninde bulunan pineal bezi bugün ışığa duyarlılığını yitirmiş, ters giden bir şeylerin sinyalini vermişti. İşe geç kaldığını umursamadan, her sabah olduğu gibi eşi Serap'ın sol yanağına kondurduğu öpücüğün ardından yatağı terk edecekti ki dudaklarında hissettiği soğuklukla irkildi. Serap'ın aşk dolu teninin kokusu ve sıcaklığı kaybolmuştu.
Serap, her sabah uyanmış olsada, kocasının yanağına konduracağı buseyi, gözleri kapalı bir şekilde, ellerini yastık ve yanağının arasına kenetleyip, ilkokul sıralarında, hayallerde süzülen bir çocukmuşçasına beklerdi. O öpücüğü aldıktan sonra otonom sinir sisteminin harekete geçmesiyle, Serap'ın yüzünde ki alıştığı hafif tebessüm ise hayaller âleminde dolaşan çocuğun öğretmeninden gizlemeye çalıştığı gülümsemesine eş değerdi. Her sabah oluşan, aile içi bir gelenek haline dönüşmüş gizli tebessüm, bu sabah yerini gerilmeyen yanak ve dudaklara bırakmıştı. Karısını, içini kaplayan endişe ile uyanması için hafifçe sarstı Rüzgâr. Evde sadece ikisi yaşıyor olmasına rağmen Serap'ı ürkütmemek adına, kısık bir sesle, "Hayatım" diye fısıldadı karısının kulağına. Kargaları kıskandıran sesiyle, karısını ürkütmek istemiyordu. Kısık ve serçe tizliğine sahip sesine karşılık herhangi bir tepki vermemişti Serap. Bunun üzerine sarsmanın ve sesinin şiddetini, içgüdüsel olarak arttırdı. Rüzgâr, korkudan titreyen elleriyle, titretiyordu Serap'ın vücudunu.
Rüzgâr'ın açılan ağzından, "Şakanın sırası değil, aç gözlerini artık! Hadi, uyan ve bağır bana, öküzlüğün üstünde hayatım, de" kelimeleri çıktı. Serap bir türlü açmıyordu geceden kapattığı gözlerini! Orta dolaşan bir öküz, feryat figan, ineğini uykusundan uyandırmaya çalışıyordu. Horozlar bile bu performansa şapka çıkartabilirdi o sabah. Bir dakika içerisinde karısına hitap ettiği bütün isimler, onlarca kere, Serap'ın kapalı göz kapaklarında ve kulak zarlarında takılı kalmıştı. Ses frekansları Serap'ın beynine ulaşmıyor, artık bir kişiye ait olmayan, "Aşkımlar, bitanemler, sevgilimler ve Serap'lar..." boşlukta kendilerine birer sahip arıyorlardı. Adam ne yapması gerektiğinin bilincinde değildi.
On bir ay önce evlendiği karısını bu kadar çabuk kaybetmiş olamazdı. Karınısın uyanması adına, yalvarıyordu bir türlü varlığına inanamadığı tanrıya.
Serap altı aylık hamileydi.Önlerindeki üç ayın sonunda doğuracağı çocuğunun cinsiyetini öğrenmeye, ilkolarak, o karşı çıkmıştı. Ve doktor Murat'ı da sıkıca tembihlemişti, Rüzgâr'aipucu vermemesi adına. Kız olursa Deniz, erkek olursa Toprak olacaktı, bebeğinadı. Rüzgâr, kendi adı gibi doğayla her zaman iç içe olmayı seviyordu. Onuşehre bağlayan bir işi, bir de maddi kaygıları olmasa alıp başını gidebilirdibu kalabalık şehir yaşantısından. Hafta sonları, Serap'ı da ikna edebildiğimüddetçe, anne ve babasının yaşadığı yazlık eve gidiyorlardı. Doğa sevgisini,doğacak çocuğunun adıyla yaşatmak istiyordu. Serap için doğada bulunan her olayıtek çatı altında barındırmanın bir mahsuru yoktu. Rüzgâr adında bir kocası,Deniz adında bir kızı, Toprak adında bir oğlu olabilirdi. Elbette annelik birkadına her zaman yakışırdı. Serap tam anlamıyla anne olmadan bu güzelliğeerişmişti. Esmer tenine doğuştan sahip olduğu masmavi gözleri, annesine göreonu kem gözlerden koruyan bir çift nazar boncuğuydu. Kocasını ise başkakadınlardan koruyan bir çekicilik unsuru... Rüzgâr, Serap'ın bakışlarındakigizeme âşıktı. Dünya'nın sonuna gebe olacak bir sırrı bile saklayabilirdi ogözler. Elbette, yolda onu gören her adamın hayalini süsleyen bir kadına sahipolduğu için kendisiyle gururlanmıyor da değildi. Serap sadece onundu. Bu gözlerSerap'ın hamileliği ile birlikte daha canlı bakıyordu artık hayata ve Rüzgâr'a.İncecik bedeninde hafif hafif oluşan karın şişliği ise Rüzgâr'ın, "Mısır tanesiyutmuş solucan gibisin" benzetmesinden öteye gidememişti. Solucan, fındık tanesine dikememişti gözlerini. Küçük ve sarı mısır tanesi, kızgın tencereye düşüp daha da büyüyemeyecekti, saflığın temsili bir beyazlıkla...
Rüzgâr ellerini, Serap'ın omuzlarından yavaşça çekti. Kadının memelerinin vücuduna vermiş olduğu çıkıntıyı hissederek, karnına doğru götürdü ellerini. Karnındaki bebek de annesi gibi kıpırdamıyordu. Daha dün geceye kadar, "Bana bu alan yetmiyor, çıkarın beni buradan" dercesine ittiriyordu annesinin karnını. İçinde bulunduğu çaresizlikle hayatta en son yapmak isteyeceği şeyi şuan yapmaya mahkûmdu Rüzgâr. Ellerini tekrar Serap'ın omuzlarına götürerek, hayattan bu acı kaybın intikamını alırcasına, yaşadığı şehri ayağa kaldıran bir feryatla sarstı sevdiği kadını. Ellerini Serap'ın omzundan, kömür sobasına ilk kez dokunan bir çocuğun tecrübesizliğiyle çekti. Ölümle edindiği bu tecrübe, su toplamış bir parmaktan daha acı vericiydi. Aniden karısının buz tutmuş ve kalıplaşmış bedeninin üzerine kapandı. Sol gözünden akan tek damla yaş, doğmamış bebeğine dair hayal kırıklarının habercisiydi. Sağ gözünden akan ikinci damla yaşla kapandı gözleri bir başka yaş akıtmamaya tövbe edercesine. Bu andan itibaren akacak üçüncü bir yaş, Serap'a ve doğamayan evladına bir hakaretti. Gözlerini sımsıkı kapattı ve geleceğe dair hayalleriyle birlikte iki kaybını yüreğine gömdü. Tıpkı gözyaşlarını gömdüğü gibi... Sadece ölüm tarihi yazılı olan bir mezar taşına karşılık, adı-soyadı, doğum ve ölüm tarihi yazılı olan, bir anne-evladın mezarı iç içeydi, kapandığı kadının cesedinin üzerinde. Serap'ın mor geceliğinin üzerine akıttığı iki damla gözyaşıyla, Deniz yahut Toprak'ın da mezarını sulamış oldu.
"Erkek adam ağlamaz" diyen, düşünce yapısının aksine sahipti. Ancak ortalık yerde de ağlamazdı. Böyle düşünse bile üzerinde yaşadığı coğrafyanın oluşturduğu baskı, onu bir kimlik çatışmasının ortasında bırakıyordu. Şuan bir başına, tadabileceği en büyük acılardan birini tadarken, gözyaşları adeta yüreğine hapsolmuştu. Erkek adamdı ama... Yine de ağlamak istiyordu. Tüm canlılar gibi ağlamak.
Bir üstadın da dediği gibi, "İnsanoğlu hayatta o kadar acı çeker ki, canlılar arasında yalnız o, gülmeyi icat etmek zorunda kalmıştır."
Geri kalan tüm canlılara özgüydü yalnızken ağlamak, ulumak, haykırmak... Rüzgar, yalnızca kendiyle iken bile kendinden kaçıyordu!
Dışarıda yağan yağmur gözlerinden akıtamadığı yaşlarının temsilcisiydi. Bu nasıl olmuştu? Serap gayet sağlıklı bir hamilelik süreci geçiyordu ve üç gün evvel Murat bey de böyle söylemişti onlara.
Ne yapması gerekiyordu? Başı ellerinin arasında dakikalarca yatağın başucunda kaldı. Hiçbir şey düşünemiyordu. Bir mana taşımayan renkli gözleriyle, yatağın karşısındaki aynaya bakıyordu. Aynadan ise bir Serap'a bir de kadının karnına kayıyordu gözleri. Serap'ın mor geceliğin üzerinde yer etmiş iki damla siyah yaş, kurumaya başlıyordu. Gözyaşları çenesinden yere kavuşamamıştı. Kendini yerden yere vurup, ağıtlar yakamamıştı, aktığı iki insan için. Mor bir geceliğin içerisine gömülü iki mezarın üzerinde kuruyup kalmıştı yaşlar.
Rüzgâr, cep telefonunun sesiyle irkildi. Şifonyerin üzerinde durantelefonuna uzanmadan evvel kol düğmeleri şarkısını dinlemeye başladı. Artık bumelodi ile uyanabilecek bir Serap yoktu. Kimi zaman eşinin karnına tuttuğu birçift kulaklıkla alıştırıyordu evladını, kendisini de büyüten Barış abisininsesine ve ezgilerine. Serap ise Barış Manço'dan ziyade, Antonio LucioVivaldi'den Four Season ve Storm'la eşlik ediyordu miniğin dünyaya hazırlıkevresine. Vivaldi'den fırsat kaldıkça, Ludwig Van Beethoven'in BeşinciSenfonisinin de, bebeğine öğreteceği çok şeyi olduğuna inanıyordu Serap.Gerçekten de çok şey öğreniyordu bebekler daha doğmadan, kırk dakikayı bulansenfonilerin eşliğinde; uyuyamadığı anlar için doğmadan küfür etmeyi öğrenenbirçok bebek olabilirdi, klasik müzik sevdalısı ebeveynleri sayesinde. Serap'a göre bir müzisyen olmalıydı çocukları. Rüzgâr ise, "Benim çocuğum yazar olacak" diye dolanıyordu etrafta, Serap'ı sinirlendirerek. Doğmamış çocuğa biçilen don, kapalı bir sandıkta, güvelerin hışmına uğrayacaktı.
Telefonu üçüncü kez çalmaya başladığındaysa, kol düğmeleri mutluluğu değil, bir hüznü selamlıyordu.
Hatırlarım bugün gibi, sessiz geçen son geceyi
Başım öne eğik, bir suçlu gibi...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Rüzgâr'ın Sesi
General FictionHer yer ölüler için birer mezar; çoğunlukla gece uyudukları ortopedik yataklar, birbirlerinin kıçlarını yırtarak aldıkları arabalar, kredisi bitmemiş evler, bir şeyler öğrendiklerini sandıkları okullar, onları ölümden kurtaracak olan hastaneler, köt...