Bölüm 3

17 2 0
                                    


Ozan su ısıtıcısının sayesinde, saniyeler içinde hazırladığı şekersiz ve sütsüz kahvesini yudumlarken, başını, evini havalandırmak için açtığı pencereden dışarıya doğru uzatmıştı. Yağmur yemiş toprak kokusu, binaların temellerinden sıyrılıp bulabilmişti burnunu. Paragöz müteahhitlerden arta kalan birkaç sahipsiz toprak parçası geziniyordu, tapular eşliğinde fırsatçıların ellerinde.

Doğanın insan ayrımı gözetmeksizin sunduğu toprağı, insanoğlu haddi olmadan, zengin ve fakir ayırımı yaratarak, kendilerini başkalarının refahı adına köleleştiriyor, yaşam haklarını kısıtlayarak, mülk sahibi olabilmek adına bankalara senelerimizi esir ediyoruz. İdeolojilerimizi, hayallerimizi, umutlarımızı başkaları adına kafeslemek, kölelik değil de neydi?

Ozan kendisine sessizce sorduğu soruyu yanıtsız bırakmıştı. On sene sonrası için de bu kokuya hasret kalmamayı umarak, yeni bir güne uyandığı için kapalı gözlerle şükür etti, penceresinin ardından. Sağ elinde tuttuğu fincanın üzerinden çıkan buharlar, alt etmişti yağmur ile harmanlanmış toprak kokusunu. Yaşadığı şehrin, Türkiye'nin en batısında bir yer olduğunu unutup, kendisini Latin Amerika'nın La Paz isimli bölgesinde, kahve çekirdeklerinin göbeğinde buldu. Yeşillikler arasında gerçekleşen kısa bir şükür seremonisinin ardından, açıldı kapalı olan gözleri. Elinin üzerine ve kahve fincanın içerisine düşen yağmur damlaları rahatsız etmişti onu. Elinin üzerindeki yağmur damlalarını yaladı ve ufak bir adım da olsa geriye attı, damlalara maruz kalmamak için. Ozan, küçük bir mahalleye bakan, dördüncü kattaki evinden, beyaz ve eski model arabasının kapısını açmaya çalışan Nedim beyi gördü, sabahın ilk ışıklarıyla. "Gene arabasının açılmayan kapısına küfür ediyor olmalı" derken, kendi kendine gülmeden edemedi. Kapı açma konusunda ustalaşan Nedim beye, yüzünde henüz kaybolmayan tebessüm ile iyi bir sabah diledi. Ancak beklediği beş altı saniyenin ardından, selamına karşılık alamadı Ozan. İkinci kez, daha yüksek sesle ve adıyla seslendi hareketsizce kapı kolunu tutan adama. Nedim'in, Ozan'a bakmaya niyeti yoktu. Kapıya çok sinirlenmiş olacaktı ki, Ozan'a pas vermiyordu bu sabah. Durumu bozuntuya vermeyen Ozan, kafasını saatin 10 yönünde çevirdiğinde, Çiçek apartmanından çıkan ve şemsiyesini açmaya çalışan kadını gördü. Ozan, kahvesini yudumlarken, yaşlı kadın popülasyonunun tavan yaptığı bu mahallede, her sabah güneş gibi doğan genç kadını izlemekten alı koyamıyordu kendisini. O an doğacak bir gökkuşağını bekledi gözleri. Kadına dönen gözleri, cansız bir mankene bakıyordu sanki. Şemsiyesi açılmıyor, yağmurdan kaçarcasına adımlar atmıyordu güzel kadın. Adeta Ozan'ın, onu izlemesi adına durmuştu zaman. Geçen saniyelerin ardından durumun garipliğini anlayan Ozan, başını az evvel selam verdiği Nedim beye çevirdi. O da henüz arabasının kapısını açabilmiş değildi. Yağmura maruz kalan memur maaşıyla alınmış ceketi, içinde bulunan fanilasına kadar suyu geçirmişti.

Bu adam bana devlet dairesinde memur olduğuna dair yalan mı söylüyor olmalı. Her sabah benden daha önce çıkıyor evinden. Ne iş yapıyor acaba?

Ozan içinde bulunduğu durumun verdiği şaşkınlıkla kahve bardağını, evinin bulunduğu dördüncü kattan aşağıya düşürdü. Ufak bir su birikintisinin içine düşen fincan üç parçaya ayrıldı. Su birikintisi, çarpmanın şiddetini biraz olsun hafifletmişti. Şiddetini arttıran yağmurun ve sokağın eğimiyle, akıbeti belirsiz bir yolculuğa hazırlanıyordu fincan parçaları... Ozan olayın şokunu atlatmıştı; ilk olarak yağmura kapılan fincan parçalarının hareketliliği, ardından sokakta duran iki insanın hareketsizliği arasında gidip geldi gözleri. Bilinmezlikti korkuyu doğuran.

Neden öylece duruyorlar, yetişmeleri gereken ve önlerinde onca sömürülecek günleri daha varken?

Evrenselleşmiş olan korku, Ozan'ın bedenini ele geçirmişti. Ayaklarına pencereden geriye doğru adım atmasını söyleyen beyni karşısında boyun eğmiyordu alt bedeni. Korkunun artan derecesiyle, felç geçiriyor olabilir miydi?

Korku beyni felce uğratır. İlerleme cesaretten doğar.
Korku inanır, cesaret şüphe eder.
Korku yere düşer ve dua eder. Cesaret ayakta durur ve düşünür.
Korku kaçar, cesaret ilerler. Korku barbarlıktır, cesaret uygarlık.
Korku tanrılara, şeytanlara, ruhlara inanır.
Korku dindir. Cesaret bilim.

Aslında akıllı bir telefona ihtiyaç duymayacak kadar antrenmanlı olan hafızası, geleneksel inançlara karşı hür düşünceyi savunan Robert Ingersoll'un cümlelerini fısıldadı kulağına. Pencereden iki adım geri atabilmişti. Krem renkli kalın perdeyi çekti, yağmurun ardından damla lekelerine gebe kalacak olan penceresinin üzerine. Derin ve kesik bir nefes aldı. Sağ gözüyle sokağı görebileceği kadar araladı perdeyi. Ancak onu selamlayan Nedim Bey değildi, az evvel karşılaştığı manzara, "Merhaba" dedi tekrardan Ozan'a. Yağmurla birlikte kendisini gösterecek sert bir rüzgâr devirebilirdi, Nedim'i ve dondurulmayı hak eden güzellikteki kadını. Pencereyi açmadan önce Ingersoll'un korkuya dair cümleleri, fısıltı sayılabilecek bir desibelde çıktı Ozan'ın ağzından. Sebzelikten aldığı, iki gün daha orada kalsa çürümeye aday bir adet patateste bulduğu güvenceyle, tekrar başındaydı pencerenin. Tereddüt etmeden attı Nedim beyin arabasının üzerine. Tepki yoktu, korkup ani bir tepki vermemişti kalıplaşan adam. Ufak bir reaksiyon belirtisinin peşindeydi Ozan'ın korkuyla dolmuş gözleri. İkinci, ama bu sefer çürümüş bir patatesle şemsiyeli kadına bakıyordu Ozan. Adını bile bilmediği kadına karşı hissettikleri engelledi, patatesin avucundan ona doğru yola çıkmasını. O anda, Nedim'le aynı hizada, karşılıklı olan evlerinin penceresinin ardında duran, Nedim'in karısına takıldı gözleri. Menopoz olmaya özenen ama yaşı tutmayan Kevser, muhtemelen tül perdeyi açıp, el sallamaya hazırlanıyordu, kendisinden yaşça büyük olan kocasına. Elindeki kokmuş patatesi, tereddüt etmeden fırlattı, yirmi metre ötesindeki cama. Esen rüzgâr ve yağan yağmur, korkan bir elden çıkan patatesin hızını düşürmeye yetmemişti. Çift camlı pencere, kargaların mamasını yemeye tenezzül etmediği saatin sessizliğinde, büyük bir gürültüyle patladı. Karnına çarpan patates ve kırılan çift camlı pencere karşısında, ısınmamıştı Kevser'in donuk bakışları. Nedim'i işe uğurlamanın üzüntüsüyle kaplanmıştı, kocasına sabitlenmiş gözleri.

Ozan, "Hayır, daha uyanmadım. Hala daha rüyadayım. Birazdan alarm çalacak ve bu saçma rüyadan uyanacağım." diyerek bakıyordu mahallesine. Çıkan sese rağmen kimse kafasını pencereden uzatmamıştı. Mahallesinin meraklı gözlerini, merakla bekliyordu penceresinin arkasında. Ama hiç birisinin kalkmaya niyeti yoktu, o gece yattıkları uykularından. Uyananlar ise kahvaltı masalarında, ayna karşısında, banyoda, apartman merdivenlerinde, asansörlerde, evlerinin giriş kapılarında, çocuklarının yanaklarında, karılarının ya da kocalarının dudaklarında... Öylece donup kalmışlardı.

Ozan dışarıya çıkmadan önce Rüzgâr'ı aramalıydı. Bu şehirdeki en yakın dayanağı Rüzgâr'dı.

Acaba o da bu durumda mı? Serap ve bebekleri ne durumda?

Cep telefonunu aradı gözleri. Rüzgâr'a ulaşmalıydı. Aklından geçirdiği onlarca soru yüzünden, mutfak masasının üzerinde duran telefonunu göremiyordu gözleri. İkinci kez masaya baktığında hızlı alınan bir nefes ve titreyen elleri eşliğinde kavramıştı telefonunu. Son arananların ikinci sırasında yer alan, Rüzgâr ismini aramasını emretti telefonuna titreyen elleri. İlk sırada ise henüz bir aydır tanıdığı Mine'nin adı yer alıyordu. Ama onu, hiçbir zaman arayamayacaktı.

Hatırlarım bugün gibi, sessiz geçen son geceyi

Başım öne eğik, bir suçlu gibi...

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin