Bölüm 28 (Kısım 3)

2 1 1
                                    

Son Kısım


“Belli bir noktadan sonra tarih gerçekliğini yitirmiştir. Bütün
İnsanlık farkına bile varmadan bir anda gerçekliği terk etmiştir.
Geçmişte olan bitenlerin gerçek olmadıklarını
anlayabilmemiz mümkün değildir.
Bundan böyle amacımız bu yok oluş noktasını bulmak olacaktır.
Bu noktayı bulamadığımız sürece güncel yok oluş sürecinden
kurtulabilmemiz mümkün değildir.
Bu ise dayanılması çok güç bir düşüncedir.”

Canetti

Bölüm 28


  Çıkarttığı yangını ve ardından onu takip edecek patlamaları izleyebileceği, yüksek tepeye doğru, boynunda asılı olan dürbünüyle birlikte, saatte 120 kilometre hızla ilerliyordu. Bu hızda ilerlerse dört dakika içerisinde, önceden belirlediği seyir terasında olabilecekti. Oradan köprüye altı dakikada gelmişti. Ateşe kavuşan barut taneleri çığlıklarını yükseltmeye başlamıştı köprü üzerinde. Pimi çekilmemiş el bombalarının biraz daha zamana ihtiyacı vardı. Yanma hızı basınçtan etkilenmediği için, molekülleri yavaş yavaş ayrışıma giriyor ve hafif patlayıcı özelliği gösteriyordu. Çelik halatlara yerleştirdiği dinamitlerin, köprünün tam ortasında el bombalarıyla ve üzerlerine döktüğü benzinle iş birliği yaparak, büyük bir patlamaya sebebiyet vermesini umuyordu. Caddeyi aydınlatması gereken lambalar yanmıyordu. Ana fotoselinde ya da onlara elektriği ileten trafoda bir sorun olduğunu düşündü. Sebep olduğu bu manzaradan kaynaklı bir problem de yaratmış olabilirdi elektrik hatlarında. Ve artık bu sorun onarılamaz bir problemdi. Ruhu gibi sokaklarda karanlığa mahkûmdu bundan böyle. Geceyi uzun farların haricinde, dolunay da aydınlatmaya çalışıyordu, karanlık bulutların ardından. Beyaz atının zorlanmadan tırmandığı bu ıssız yolda, etrafına bakınarak köprüyü aydınlatan gösterisini izlemeye çalışırken gözlerini sürekli yoldan ayırıyordu.

Bu da bir sonuç vermezse, diğer ülkelerde insan olduğuna dair herhangi bir umut barındırmayacağım. Böylece binlerce kilometre yol kat etme zahmetinden de kurtulmuş olurum. İnsanlar olmadan yaşadığım mekânın ne önemi var ki? Her bir sokak ve cadde aynı gözükecek belki de gözüme. Almanya’nın dört şeritli otobanları, içilebilecek en lezzetli biraları barındırıyor olması, aydınlama çağının ardından aynı mimarı doku ve fikirle tasarlanan sokaklar ve binalar... 1890’dan bugüne gelen tonlarca demir yığının altında uzanırken, kar beyazı bir tene sahip Avrupalı güzele sarılamayacaksam, Paris’te olmamın ne anlamı vardı ki? Louvre müzesindeki, Mona Lisa portresi, oturacağım eve yakışır mı? Paris’in sokaklarını saran ağaçların her biri zamanında,  oraya, İstanbul’dan götürülmemiş miydi? On dokuzuncu yüzyılın dünya başkenti Paris...  Artık kanlı gladyatör dövüşlerine tanık olmayan Colosseum’un orta yerinde durup, kendi kendimi pataklayıp, ardından kendime mi alkış tutacağım? Kendime bir yol arkadaşı bulamazsam burada kalacağım. Yalnız başıma Amsterdam’ın kefelerinde tüttüreceğim otun ardından, kahkahama eşlik edecek, üzerine tartışabilinecek birileri ve dünya düzeni yokken nasıl keyif alabilirim ki yaşayacağım kafadan? İnsanlara nefretle bakarken, şimdi neden onlara bu denli muhtacım? Hem yeşile doymak istiyorsam illa İsveç’e gitmem şart değil ya. Rize’nin Ayder yaylaları ne güne duruyor? Evet, belki kar beyazı olmayacak her yanım... Zamanında kurduğum emeklilik hayallerimi Hemşin’e yerleşerek gerçekleştirebilirim. Belki de artık yaşamayan yerlilerinin ellerinden yiyebileceğim doğal lezzetlere de ulaşamam ama, kırsal hayata dair ne varsa, Hemşin’de imbiğinden süzebilirim.  Yalnızlığın koyu halini demleyebilirim yaylalarda... İnsan bitse ağaç bitmez, ağaç bitse toprak bitmez, toprak bitse su bitmez, su bitse gün betmez, gün bitse gece... Ya ben, ben ne zaman biteceğim? Daha kaç ağaç, kaç kilometre yol, kaç ölüm ve kaç gün göreceğim!”

Bu karanlık bulutlar nereden çıktı şimdi? Beni mi beklediniz? Umarım şiddetli bir yağmur başlamaz.

Karanlığı ve Rüzgâr’ın gittiği yolu, ortadan ikiye bölen bir yıldırım belirdi gökyüzünde. Saniyelik bir aydınlamaya aldanmıştı Rüzgâr’ın gözleri. Saniyeyi dokuz yüz kareye indirgenmiş bir lens kadar net görebiliyordu her şeyi.

Binlerce kıvılcım tanesi, elektrik kabloların oluşturduğu çizgilerin hizasından ayrılmadan, havada küçük çaplı bir havai fişek gösterisi sergiliyorlardı. Her birisi kendisine kapı aralamaya çalışan, yeni yetme bir yıldız adayı gibi, dans ediyordu gökyüzünde. Kıvılcımlara ayrılan süre sonunda, büyük bir alev topu silmişti onları sahneden. Kızıl bir tanrıça hâkimiydi gökyüzünün. Sarışın bir evlat dünyaya getirmişçesine gururla terk etti görev yerini. Sarı bir alev topu sarmıştı trafonun her yerini. Karanlık gökyüzü, buradan yükselen duman bulutlarını büyük bir keyifle, kendisine doğru çekiyordu.

Rüzgâr, direksiyonu ani bir hareketle kırdı ve gereğinden fazla yüklendiği gaz pedalından çekti ayağını. Karşısına çıkan senelik, koca bir çınarın canına kast ettiği anda, frene basması hiçbir şeyi değiştiremezdi artık. Bir kere kaptırmıştı gözlerini, ateşin asaletli dans gösterisine.

Rüzgâr'ın SesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin