XVIII | on sekiz

3.5K 268 12
                                    

Küçükken en sevdiğim anlar defteri yapmıştım kendime ve başta ben olmak üzere içerisine kiminle, nelerle mutluysam onları yazacağıma dair söz vermiştim.

Bir büyüğüm insanlar bazen sözlerini tutamaz demişti.

Öyle de oldu.

Ben sözümü tutamadım, defterimi kaybettim.

O, sözünü tutamadı, beni kaybetti.

Şimdi onu ben bulmuştum ve ellerimden tutmasına izin vermiştim.

Beynimde yankılanan şarkıda sözler yoktu ama çok gürültülüydü. Her bir notada kendimden parçalar buluyordum; mesela bitmesini istemediğim bir çikolata olmadı hiçbir zaman, izin vermedim. Koklamaktan kendimi alamadığım bir çiçek olmadı hiçbir zaman, alıştırmadım. Zaman geçince ise sevilmemekten korktum bir kere, ondada çoktan başıma gelmişti zaten. Alışıyordu insan, sevdiklerine, sevmediklerine, sevmeyeceklerine.

Bir ter damlası sırtımdan kuyruk sokumuma doğru aktığında nefeslerim göğüs kafesimden taşıyor, sanki bedenimi basınç altında bırakıyordu ve ben kızarıyordum. Kulaklarımın yandığını, midemin kasıldığını hissettiğimde elinden tuttuğum çocuğa döndüm.

Park Jimin.

Yanımda ne işi vardı?

Evimde birileri vardı, beni telefonumla çekip ona atmışlardı ve şimdi kaçan bizi kovalıyorlardı. Aslına bakarsanız bu durumdan şikayetçi değildim, kaybedecek hiçbir şeyim yoktu.

Belki kendimi kaybederdim.

Sanki çok lazımdım ya...

Peki ya onun benim için bu tür risklere girmesi ne kadar doğruydu? O bir idoldu, yapması ve yapmaması gereken şeyleri biliyor olmalıydı. Başına bir şey gelecek olursa eğer, büyük azar işiteceğinden emindim çünkü o tür şirketlerde başınıza her şey gelebilirdi. Siz çok önemliydiniz, insanlara örnek oluyordunuz.

Kendinize gelmeliydiniz.

İnsanların düşünce kavramı canımı çok sıktığından mı hiç arkadaşım yoktu acaba? Bunu düşünmeyi bırakıp ayaklarımın koptuğunu hissettiğimde koşuşumuzu yavaşlattık. Etrafıma bakındım, bilmediğim bir otoparka girmiştik ve önümüzde bir Range Over duruyordu. Elimi bıraktı, cebinden arabanın anahtarlarını çıkarttı ve otomatiğe bastı. Arabadan ses geldiği anda otoparkın girişinden sesler yükseldi.

Jimin hızla bana dönerek, "Atla." diye bağırdı. Sesler çok gürültülüydü, adamlar küfür ediyor, koştuklarını belirtir şekilde ayakkabıları betonda ses çıkartıyor ve büyük ihtimalle birkaç arabaya zarar veriyorlardı çünkü onların seslerini arabaların alarmları arka planda tutar olmuştu. Kalbim ağzıma gelmeyi yalnızca şu saniyeden sonra bıraktı, hiçbir şey hissetmemeye başladım.

Onun yanındaydım ve belkide gerisi önemli değildi.

Hayat dediğimiz olgu kimine göre gerçekten yaşamak, kimine göre ölmeyi beklemekti. Yaşıyorduk işte, iyi ya da kötü bir sonuç vardı ve biz o sonuca ulaşmak için çabalıyorduk. Tabii bazıları dayanamayıp pes ediyorlardı.

Jimin kıvrak bir hareketle arabayı çalıştırıp u dönüşü yaptı. Gözleri bir yola, bir de dikiz aynasına giderken bedenimi arka koltuğa doğru çevirdim. Adamların arkamızda, yolun ortasında durduklarını gördüm. Öfkelilerdi, hatta bir tanesi saçlarını çekiştirip haykırmıştı. İstedikleri neydi? Evimde ne işleri vardı?

Yutkunarak tam ona döneceğim sırada, "Sorularının olduğunu varsayıyorum." diye fısıldadı. Kafamı onu onaylarcasına sallarken dudağının kenarı yukarı kıvrıldı. "Kim olduğumu biliyor musun?"

Kendiyle derdi neydi bu kadar? Tüm dünyanın onu tanıdığını ikimizde biliyorduk ama o sanki tanımasını istemiyor gibiydi. Yoksa kendini güvende tutmak zorunda olduğu için mi soruyordu bu kadar?

Cevap vermeyeceğimi anlamış olmalı ki gözleri yüzümde gezindi. "Dilini yutmuş olamazsın değil mi?"

"Yutmadım."

Güldü.

"Sevindim."

"Bana neler olduğundan bahsedecek misin yoksa olağanüstü bir şekilde zihnini okumayı mı bekleyeceğim?"

Söylediğim şeyle yüzü ciddi bir ifadeye büründü. Soracağım soruların cevaplarından korkmalı mıydım?

"Sen sor, ben cevaplayacağım."

Öksürerek boğazımı temizledim. "Vereceğin cevaplar hayatımı değiştirecek mi?" Gözleri yolu izlerken şapkasının içerisindeki saçlarını görmek istedim. "Sence de şu dakikadan itibaren hayatın değişmedi mi?"

"O zaman ilk sorum şu..." boğazıma takılan harfler birbirlerine çarptı. "Evime giren, bizi kovalayan şu adamlar kimdi?"

Kalın dudaklarının üzerinde gezinen dilini damağına vurarak bir ses çıkarttı. "O adamlar bir çeşit biyolojik silah üretiyor," dedi. Kaşlarım çatılırken dikiz aynasından gözlerime baktı. "Eminim bir yenisini senin üzerinde deneyeceklerdi."

Biyolojik silah?

"Biyolojik silahtan kastın nedir?"

"Okula gitmedin mi sen hiç?"

Derin bir nefes alarak konuyu değiştirerek soracağım soruyu yönelttim. "Senin nasıl haberin oldu? Beni tanımıyorsun, ben ise seni internetten, televizyonlardan ve sesinden tanıyorum ama sen beni tanımadan-"

Sözümü kesti. "Beni tanımadan yardım etmeye geldin." Kafasını beni onaylarcasına salladı ve ciddi yüz ifadesinden ödün vermedi. "Sen bana mesaj attın," omuz silkti. "Yani senin telefonundan o adamlar bana mesaj attı, dahası konum bile yollamışlardı. Mesajlar karşıdaki insan görünce gittiğinden sen bana inanmadın, haklıydın." Anlattıklarını dinliyordum ama yüzünü incelemeyi de ihmal etmiyordum. Yere bakan kirpikleri gözlerini korurken dudakları konuştuğundan birbirine çarpıyor, yamuk dişini gösteriyordu. Koştuğumuzdan terlemişti, pürüzsüz teninde duran terler yavaşça süzülüyordu. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyordu, direksiyonu tutan ellerindeki damarlar belirginleşmişti.

Güzeldi, çok güzel.

"Eminim ki beni tanıyorlar, seninle beraber benide denemek istiyorlardı fakat onlara göründüğüm kadar salak olmadığımı kanıtladım."

Bana döndü, kırmızı ışıkta duruyorduk.

"Bu arada senin adın ne? Tanıdık geliyorsun."

Sorduğu soru hiç beklemediğim bir anda karşıma çıkması gibiydi. Midem çalkalanırken, burnumdan alnıma doğru bir ağrı başıma saplandı. Ne demem gerektiğini bilemediğim o anda aklımdan yalnızca; gelmiyorum, tanıdığım zaten demek geçti fakat diyemedim.

Diyemediklerimle kaldım.

Diyemediklerimle kaldım

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
park jimin | close your eyesHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin