Şeytan ve tanrının elçisi dünyaya yıllar önce 12 çocuk yolladı. Yalniz iki tanesi kendi yaradılışına karşı geldi ve iki çocuk yaptı. Çift yumurta ikizi bir erkek ve bir kız çocuk. O çocuklar çok uzun yaşamadı ve kendi aileleri tarafından kurhan edil...
Ormanda hızımızı hiç kesmeden yaklaşık 20 km koştuktan sonra Troy' un çantasını çıkardık. Yolu henüz yarılamış gibi bile görünmüyorduk ve bu kadar yürümeden sonra bu yarı gelişmiş vücudumun bile yorulduğunu ve çöktüğünü hissediyordum ve ben ne kadar yorulursam telaşım o kadar artıyordu. Aşık olduğum adam öldürülecekti ve klonum benden izin almadan evlilik planlarının hepsini yapmıştı bile. Ayrıca kendi vücuduma asla geri dönemeyebilirdim. Dönsen bile neler olacağını bilmiyordum. Düşüncelerim ve vücudumun bu kadar yorgunluğu sonucunda ayaklarım çözünerek yere kapaklandım ve içimdeki tüm duyguların patlamasına izin verdim. Uzun süredir başıma gelen en insancıl şey olacaktır ki gozyaslarim gözlerimden delicesine boşalıyordu. O anda Troy yanıma çöktü ve sadece bana sarıldı.
"Bunlarin hiç birini ben seçmedim. Ben bu kaderi yasamak istemiyorum. Savaşmak bu kadar zor olmamalı." "Hangisiyle ?" "Hepsiyle." "Savaşma o zaman." "Korkuyorum." "Neden ?" "Yaralanmaktan." "Savaşırken yeterince yaralanmadın mı Skylar ?" "Henüz değil."
Dedim. Henüz gerçek ölümcül yaralardan sıyrılabilirdim. Kendimi ve onu kaybetmekten kurtulabilirdim... Tekrar ayağa kalkmalıydım.
"Dinlen biraz." "Zamanımız yok." "Şu anda kendini kaybedersen kimseye yardim edemezsin Sky kendine bile. Burada birazcık dinlenelim ben yiyecek birşeyler bulayım ve sonrasında kitap belki bize yeni cevaplar verir. "
Dedi kafamı salladım ve orada oturmaya devam ettim.
"Sizin güzel numaralarınız varsa bizim de var. Mesela bunun gibi."
Dedi ve parmaklarını düzenli biçimlerde oynatarak bir şeyler yaptıktan sonra tam önümüzde ağaç kökleri yerden yükselmeye başladı ve küçük bir çardak, oldukça geniş bir masa ve iki tane sandalye oldular. Yer yer yeşil yapraklarla ve pembe çiçeklerle süslü büyülü bir dünyanın en güzel parçalarından biri gibi görünüyordu.
"Gel bakalım."
Dedi bana elini uzatıp beni yerden kaldırdıktan sonra sandalyeme oturdum. Sandalyeye oturduğum anda önümdeki masadan bu sefer minik kafesler şeklinde dallar çıkmaya başladı.
"Obsiryon'nun Masası. Aklından geçen yemeği aklındaki lezzet ile pişir." "Bu hayatının bilinçli olarak yediğim son gerçek yemeği olucak sanırım." "Nasıl yani ?" "Snickers yerine ataç yiyorum. Bu beslenme olayları işte." "Iğrenç. Peki eğlence olarak da mi normal yemek yemiyorsun ?" "Midemi bulunduruyorlar. Bu arada böyle bir şaheseri nasıl yaptığını bana da öğretmelisin."
Dedim ve o sırada minik kafesler halindeki dalların hepsi bir anda buharlaşıp gitti. Her şey yerli yerindeydi. Aklından geçen ve yemek istediğim herşey sushiler, pirinç kekleri, chedar soslu patates kızartmalari, tütsülenmiş somonlar, Mc hamburgerleri, çikolatalı sufleler, donutlar, San Sebastian Cheesecake, kola ve dumanı tüten çaylar. Hayatta en sevdiğim tüm yemekler oradaydı.
"Gerçekten midesizsin." "Bu vücudumun da öyle bir güzel yanı var diyebilirim sadece." "Sushi yanında patates kızartması ve balık mi cidden mi ? Hem de bu dururken."
Dedi ve o anda önündeki dallar buharlaşıp gidiverdi. Önünde dev bir tabak manti duruyordu ve onun yanında bir bardak su.
"Ayrıca gerçek bir tatlı da böyle olur."
Dedi ve onun ikinci kubbesinin altından kaymaklı peynirli ve antep fıstıklı bir kadayıfın yanında minik bir şişe süt çıktı. Troy tam bir Türk mutfağı hayranıydı. Ben de öyleydim ama son yemeğimi seçerken Türk mutfaginin keskin tadlarini ve aşırı doyuruculuğunu seçemezdim. Bir süre ikizimiz de sadece yemeğe yumulduktan sonra yavaşlamaya geçmiştik.
"Adı ne ?" "Kimin adı ne ?" "Bunu kimin için yapmayı öğrendiysen onun." "Şey..." "Hadi ama dökül." "Adı Cecilia ve o gerçek bir melek." "Melekler dünyasında yaşamıyormuşun zaten ?" "Hayır aynı zamanda çok da zeki ve güzel ayrıca bizim evrenimizden değil." "Sizin oralarda sizden olmayanlar da var demek ki. Garipmiş." "Bizim okuldan değil ama bizim eve yakın oturuyor. Aşırı eğlenceli ve bir şeyleri ben konuşmasam da anlayabiliyormuş gibi. Bana gerçekten normal hissetiriyor." "Vay be. Bu duyguyu hissetmeyeli uzun zaman oldu... Artık gitmeliyiz. Hadi bakalım şu kitaba."
Kitabı çantadan çıkartıp haritanın olduğu ilk sayfayı açtığımızda haritanın bölümlerine ayrıldığını ve üzerinde bizim küçükken oynadığımız Yılanlar ve Merdivenler oyun tahtasına dönüştüğünü gördük.
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Oyunun mantığı normalde şöyledir bir zar atarsin ve o sayı kadar ilerlersin eğer geldiğin hanede bir merdiven varsa yukarı tirmanabilirsin ya da aşağıya tekrar kayabilirsin bu yılanlar için de geçerliydi. Mutluluktan icimde şarkılar çalıyordu sanki. Gerçek bir umut ışığı görmüş gibi hissediyordum. Kestirme yollar sanki herşeyin çözümüydü. Yine de anlık duygu durumumu hala korumalıydım.
Belirli ağaçlar merdiven başlangıcı olarak görünüyordu artık zar yoktu ve bizim için bu çocuk oyunu ölüm kalım meselesine dönüşmüştü bu yüzden Troy la birlikte en kısa mesafeyi bulup geri düşmememizle ilgili detaylı hesaplamalarımızı yaptıktan sonra tekrar yola koyulduk. Bazı ağaçlarım içindeki kovuklardan geçerek kendimizi hesapladığımız yerde buluyorduk. Son ağcımızdan çıktığımızda simsiyah üstünde işlemeler olan up uzun bir kapının önüne çıktık. Kilometrelerce yükseğe uzanan kapının ihtişamı karşısında kendimi kitlenip kalmış gibi hissediyordum. O sırada kapının ardından at sesleri duyuldu ve kapıdan dev ışıklar yayılmaya başladı. Hayatımda gördüğüm en güçlü ve parlak ışıkla banyo yapıyor gibi hissediyordum görüşüm tamamen köreldiğinde ise duyduğum son şey bir at sesiydi.