''Üzgünüm güzelim... Görevim bu; ya ölürsün, ya da ölürüm...''
-Görev: Agron'un Çırağı
RomanceTR, Aksiyon-Macera okuma listesinde...
Merakta Bırakan Ender Kurgular (Ön okuma) kazananı...
Tanıtım videosu ilk bölümdedir.
ilk kitap tamamlanmıştır, ik...
Bir başka kurgunun ilk satırlarında buluştuk yine... Aksiyon, macera, romantizm ve bolca gizemin konu olacağı Görev'e hoş geldiniz. Yalnızca keyifle okumalar dilemek istiyorum, söyleyeceklerimin gerisini Elis ve Barkan tamamlayacak.
Keyifli okumalar...
****
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Bölüm 1: Kaybolan hatıralar
Salondaki samimiyetsiz konuşmaların üzerini örten o naif piyona sesinin verdiği huzurla dolu aynı zamanda insanların o kirli bakışlarını örtemediği sahte gülüşlerinin arasında kaybolduğum bir geceydi.
Karanlık bir köşede, kendi kabuğuna saklanmış yavru kaplumbağa misali öylece etrafı izliyordum. Belki biraz korkak, belki biraz sıkılmış, belki de sadece uykusuzdum. Ya tüm bunlardan farklı olarak, davetleri sevmiyordum.
Piyano sesini bir kenarı bırakırsak, salonda kulak tırmalayıcı bir uğultu vardı. Kahkaha sesleri, tokuşturulan bardakların çıtırtısı, yanımdan geçen güzel kadınların topuklu sesleri ve ara sıra öfkelenen salon görevlilerinin kısık sesli komutları... Tüm bunlar, benim için bir karmaşaydı. Ve oturmuş, ihtişamlı salonun ışıklarından oldukça uzakta bu karmaşayı seyrediyordum.
Salon kocamandı; bembeyaz duvarlar üzerindeki altın varaklı süslemeler ve elmas ışıklandırmalar adeta göz kamaştırıyordu. Masalar altın renkli ipeklerle süslenmiş, bembeyaz güllerle masumiyet simgelenmişti. Beyaz gül, yalnızca masumiyeti simgelemiyordu aslında; bu açıkça 'Burası zenginlere göre!' demenin bir başka yoluydu.
''Elis,'' diye seslendi narin bir ses. Başımı sola çevirdim ve birkaç dakika önce yanıma oturmuş olan Çisem'e baktım. Elindeki beyaz şarabı sallayıp, ara sıra da kırmızı dudaklarına yaklaştırıp küçük küçük yudumlar alıyordu. ''...Annen seni davetten önce uyarmadı mı?'' dedi, bakışları üzerimde değilken. Üzerindeki gümüş renkli elbisenin ona ne kadar yaklaştığını düşünürken aniden kaşlarım çatıldı.
''Ne konuda?'' dedim. ''Gülümsemen konusunda...'' Başına bana doğru çevirince güzel gözleri yüzümde gezindi. ''Biraz gülümse... Sonuçta daveti düzenleyen senin ailen ancak beş karış suratla burada bir başına oturman konuklarınızın yanlış düşüncelere kapılmasına neden olabilir.''
Çisem'in kaşları havalandı, başını hafifçe bana yaklaştırıp fısıldadı. ''Mesela senin bu iğrenç topuklular ile yürümeyi beceremediğin için bir köşede oturup birinin 112'yi aramasını beklediğini düşünebilirler. Kimsenin buraya bir ambulans çağırmasını istemeyiz. O yüzden gülümse ve kalkıp birkaç masayı dolaş!'' Başım anında önüme düşerken dudaklarım kendimden bağımsız olarak iki yana kıvrıldı. Tozpembe elbisemin altından görünen çiçekli topuklularımın ne kadar kötü göründüğünü o an fark ettim.
''Ahh, evet. Şey...'' diye geveledim. Çisem güldü, şarabından bir yudum aldı. ''Hadi, seni görmeyi bekleyen insanlar var.'' Elini sallayıp kalkmamı işaret edince omuzlarım istemsizce çöktü. Ağırca ayağa kalktım ve üstümü bir kez silkeledim. Derin bir nefes aldım ve karşıma çıkan ilk masaya doğru ilerledim. Konuklar, sanki beni bekliyormuş gibi aniden bana dönüp gülümsediler.
''Merhaba,'' diye utangaç bir giriş yaptım. ''Hoş geldiniz.'' Sema Hanım'ın beni kendine çekip sıkıca sarılması ile bir süre ne yapacağımı şaşırdım. ''Ahh, Elis! Ne kadar güzelleşmişsin. Büyüdükçe annene benziyorsun!'' dedi. ''Teşekkür ederim,'' diye mırıldandım. Ses tonumu katiyen yükseltememem kadının hafifçe yaklaşıp konuşmaya devam etmesine neden oldu. ''Üniversiteye hazırlanıyormuşsun, umarım istediğin bölümü kazanırsın.'' ''Hakan'ın biricik kızının uğraşıp da başaramayacağı bir şey var mı, doğrusu bilmiyorum,'' diyen ak saçlı adamın ardından masada birkaç fısıldaşma döndü. ''Evet, umarım. Umarım kazanırım.''
Konuklarla biraz muhabbet ettim. Daha doğrusu, onların sorduğu birkaç soruya ''Evet'' ya da ''Hayır'' diyerek basit cevaplar verdim. Konuşma bitti. Bu benim için yeterliydi, annemler beni çağırana dek bir sonraki masayı es geçebilirdim. Böylece, karanlık köşeme çekilmeye hazırdım.
Arkamı döndüm, sürekli yer değiştiren konukların arasından daha önceki sığınağımı bulmaya çalıştım. Etraf iyice kalabalıklaşmıştı, saatler ilerledikçe hiç tanımadığım yüksek mertebe insanlar daveti renklendiriyordu. Garsonlar, büyük bir ustalıkla kimseye çarpmadan elindeki içecekleri dağıtırken onlar kadar profesyonel olamayacağımı henüz birkaç adım sonra çarptığım adam ile anlamıştım. Utancımdan başımı kaldıramazken defalarca özür dileyip yön değiştirdim. Elimi yüzüme kapadım ve başımı yerden kaldırma zahmetinde bulunmadım. Şimdi sadece, bu kalabalıktan kurtulmak için yoluma dümdüz devam edecek ve doğru yönde gittiğimi umacaktım. Aynı anda birisi bana seslendi, telaşla sese doğru dönmemle nereye takıldığını anlamadığım saçlarım, sıkı sıkıya bağladığım tokalarımın arasından firar edip omuzlarıma döküldü. Sarı saçlarım görüşümü kaparken adımlarımı durdurdum. Yeniden birine çarpıp bakışları üzerime çektiğim düşüncesi beni tedirgin ederken başımı ağırca kaldırdım, saçlarımı yüzümden çektim.
Hemen önümde duran adamı da o an fark ettim. Çarpıp çarpmadığımdan emin olamadığım adamı görünce, telaşla bir adım geriledim. Saçlarımı hızlıca düzeltirken fısıltıyla özür diledim. ''Kusura bakmayın, önüme bakmıyordum.''
''Önemli değil, siz iyi misiniz?'' Ellerimi önümde kavuşturdum ve sesi ninni gibi gelen kibar adamın yüzüne bakma cesaretinde bulundum. Kemikli, olgun bir yüz karşıladı beni. Dolgun dudaklarla bezenmiş keskin hatlı çenesi, çıkık elmacık kemikleri üzerine gölge düşüren kısa kirpikleri ve kalın, çatık kaşları altındaki karanlık çukurları bir bütün oluşturunca gafil avlandım. Bu yakışıklı çehre bir an için yutkunmama sebebiyet verdi. Salondaki herkes gibi takım elbise giyiyordu ama o an, geniş omuzlarına oturmuş siyah takımının ona ne kadar yakışmış olduğunu düşündüm. Esmer bir ten, geriye doğru taranmış dalgalı saçlar, kusursuz bir çehre ve tıpkı bir dağı andıran uzun boyu, nedensizce beni yordu. Düşüncelerim ilk defa bu kadar karıştı, ne söylemem gerektiğine karar veremedim.
Utandım.
Bakışlarım kısa bir an bulunduğu masaya kayınca kendimi toparladım. Masada, kendi yaşlarında iki adam daha vardı. Merakla bana bakıyor ve muhtemelen bir şey söylememi bekliyorlardı. ''İyiyim,'' diye mırıldandım ve garip bir şekilde baş selamı verdim. Şaşkına döndüğümü inkâr edemezdim, tek bir bakış beni şaşkına uğratmıştı. Bir şey söyleyip söylemediğini duymadım, arkamı döndüm ve yoluma kaldığım yerden devam ettim.
Ellerim yumruk halindeydi, vücudum kaskatı kesilmişti. Etraftaki insanların bakışlarını üzerimde hissediyordum. Birkaç dakika içinde kalabalıktan kurtuldum, salonun üst katına çıkan büyük merdivenler anında beni cezbetti. Telaşlı adımlarla merdivenleri çıktım ve her bir basamakta seslerin azaldığını fark ederek rahatladım. Üst kat tamamen sessizdi, tek tük salon görevlileri etrafta dolanıyor ve güzel tatlıları konuklarımıza götürüyorlardı.
Küçük bir tebessüm ile sessiz koridorda ilerledim. Oldukça sıradan, pek kimsenin uğramadığı bu koridorun bile bu kadar gösterişli olması rahatsız ediciydi. Duvarlarda, devasa tablolar vardı ve altındaki pek çok imza tanıdıktı. Biraz sonra, nereye gittiğinden emin olmayan adımlarım koridorun sağında kalan lavaboyu buldu. Yeni sığınağım olmaya aday alana hızlı bir giriş yaptım. Lavaboda yalnızca bir kişi vardı ancak o da ben girince, selam vererek dışarıya çıktı. Yalnız kalmanın rahatlığı anında üzerime çöktü. Garip bir şekilde, bedenim biranda gevşedi.
Ellerimi yıkayıp dağılan saçlarıma yeniden şekil vermeye çalıştım, yeşil gözlerimin solgunluğunu da o an fark ettim. Pürüzsüz aynadaki yansımam üzgündü, utanç doluydu.
Neden böyleydi? Neden bu kadar uzak olduğumu düşündüm, birkaç saniye. Neden insanlara bu kadar uzaktım? Tek bir bakışın, tek bir gülüşün ya da sıcak bir kucaklamanın beni neden bu kadar etkilediğini anlayamıyordum. Sıcak bir ailenin içinde büyümüştüm, annem ve babam beni severdi. Tek çocuktum, istediğim her şey anında gerçekleşirdi. Şımartılarak büyütülmüştüm, küçük yaşlardan itibaren defalarca davetlere ya da partilere katılmıştım. Ama...
Bir türlü insanlara alışamamıştım. Çekingendim, utangaçtım, insanların gözünün içine bakarak kurduğum cümle sayısı bir veya ikiydi. Soğuk birisi olduğum izlenimini vermekten kurtulamıyordum, insanların bana yaklaşmasına engel olduğum gibi onlara yaklaşamıyordum da. Gerçekten şımarık değildim ve bu beni biraz üzüyordu. Sanırım, bir çeşit salgına yakalanmıştım. Beynimi ele geçiren ve vücuduma söz dinletemediğim, beni hayata karşı bir adım uzak tutan bir hastalıktı bu.
Yalnız hissetmiyordum ama yalnızlığa çok yakındım.
Annem, yalnızca tek bir gülüşü ile insanları kendine bağlayabilen harika bir insandı. Samimi, sıcakkanlı ve insan ilişkilerinde çok iyiydi. Zamanında babamı tavlaması yalnızca beş dakikasını almıştı, insanlar ona âşıktı.
Tıpkı benim gibi...
Anneme, sonsuz bir güven ve bitmeyen bir aşk ile bağlanmıştım. Benim için sıcak bir yuvayı, sığınacak bir limanı temsil ediyordu. Ben küçük bir kaplumbağa isem, o benim kırılmaz kabuğumdu; ben küçük bir kuşsam, o benim kanatlarımdı; ben küçük bir kızsam, o benim nefesimdi, hayat bağımdı.
Fiziki olarak anneme benzerdim, gözlerim haricinde. Ancak annem kadar sevilen biri olmadığımı biliyordum. Onun sıcak gülümsemesinin yanından bile geçemezdi, utangaç gülümsemem. İç ısıtan bir bakışım yoktu, fiziksel temaslar beni korkuturdu.
Garipti...
Anne ve babama bu kadar benzeyip onlardan bu kadar farklı olmam garipti. Ya da, insanlardan bu kadar utanmam garipti.
Derin bir nefes almam ve kendimi yeniden aşağıya inmek için ikna etmem birkaç dakika sürdü. Daveti biz düzenlediğimizden, evin tek çocuğunun konuklardan uzak kalması gerçekten hoş karşılanmazdı. Çisem bile böyle düşünüyorsa, şimdi aşağıya inmeliydim. Lavabodan çıktım, sola dönüp uzun koridordu aştım ve topuklarımın sesi ile süslenmiş sessiz koridorun başka bir ses karmaşası içine girmesi bir oldu.
Bir çığlık sesi... Ardından ikincisi... İnsanlar bağırıyordu, aşağıda insanlar koşuşturuyordu ve biri polisi aramaları gerektiğini haykırıyordu.
Karmaşa... İşte gerçek karmaşa diye düşündüm. Orada neler oluyordu? Aşağıda kıyamet mi kopmuştu? Piyano sesi durmuştu. Aşağıda büyük bir curcuna vardı. İlk başta yavaş adımlarla merdiveni inmeye başladım ancak çığlık sesleri arttı. Yavaş yavaş aşağı katı görmeye başladığımda, birbirlerini ezmek uğruna çıkışa koşan insanlar telaşa kapılmama sebep oldu. Ve bir patlama sesi etrafı aleve verdi. Ellerimi telaşla kulaklarıma kapadım, nefesimi birkaç saniye tuttum.
Silah sesi... Bu bir silah sesiydi ve bir el ateş edilmişti. O an zamanın benim için yavaşladığını hissettim, ileriye doğru ağırca bir adım attım. İnsanların ardına bakmadan kaçışı, bakışlarımı istemsizce salonun derinlerine çevirmeme neden oldu. Birkaç dakika önce sarılıp konuştuğum Sema Hanım'ın ağlayarak insanların arasında ilerlediğini görünce onu durdurmak istedim.
Durdurup, neler olduğunu öğrenmeyi istedim. Beynim, bu raddede doğru karar veremiyordu. Sema Hanım ile gözlerim kesişti ancak o ne durdu, ne de dönüp yeniden bana baktı. Eteklerini topladı ve önündeki insanları iteklemeye başladı. Salon boşalıyordu ancak biliyordum.
Silah sesi hala kulaklarımda yankılanırken biliyordum ki, karşımdaki bu insanlar gibi delice kaçmayacak anne ve babam içerideydi. Onlar hala içerideydi, en son onlar çıkar ve bir yerlerde beni ararlardı. Adımlarım diğerlerine ihanet etti ve ben ters yöne, salona doğru ilerledim.
Birkaç insanın bana çarpmasını umursamayan narin bedenim inatla yoluna devam etti. Masaların olduğu alana ulaştığımda, burada neredeyse kimsenin kalmadığını gördüm.
Neredeyse kimse yoktu...
Kalbim telaşla sıkışırken elimi göğsüme yasladım, soluklandım. Orada hala insanlar vardı; birkaç takım elbiseli adam, sırtları bana dönük bir şekilde küçük bir daire oluşturmuşlardı. Ellerinde silahlarını dairenin merkezindeki kişiye doğrultmuş, bekliyorlardı. Konuştuklarını biliyordum ancak ardımdan gelen insanların sesinden dolayı onların neler konuştuğunu duyamıyordum. Göğsüm acıdı, nemli gözlerim dairenin merkezindeki kişiyi görmek için çırpındı. Deli gibi korkmama rağmen ileriye doğru bir adım daha attım, ikinci adımımda yapılı bedenlerin arasından dairenin merkezinde duran kişiyi görebildim. Bir adam vardı, dizleri üzerine çökmüş, ağlıyordu. Ellerini yere vuruyor, karşısında her kimse varsa ona bağırıyordu. Yüzü kızarmıştı ve bedeni tir tir titriyordu.
Onun kim olduğunu biliyordum ancak bilincim bunu birkaç saniye kabullenmekte gecikti. Orada diz çökerek ağlayan kişi babamdı.
Nefesim kesildi. Titrek bir nefes zorlukla dudaklarım arasından firar ederken ayaklarıma babama ulaşması için komut verdim. Senin orada ne işin var baba? Neden silahlı adamlar burada? Şimdi, gözyaşlarım korkudan yanaklarımda bir bir yerini alırken onlara yaklaşıyordum. Tehlikenin ortasında kalmış babama yardıma gidiyordum. Dairenin içinde ikinci bir kişinin olduğunu gördüğüm anda tüm bedenim kaskatı kesildi. Dudaklarım mühürlendi, ellerim buz tuttu, parmak uçlarımdan soğuk bir ürperti tüm bedenime yayıldı. Beynim, işlevini acıya terk etti. Yerde hareketsiz bir şekilde uzanan ve başı yana düşmüş kadının kim olduğunu görmüştüm. Sapsarı saçlarının kızıla boyandığını, göğsünün en ufak bir kıpırtıda bulunmadığını ve babamın yere vurup durduğu ellerinin aynı renge bulandığını gördüm.
Annemin zayıf bedeninden yayılan o kızıl leke... Kan...
Bedenim titredi, ellerim dudaklarıma kapandı, acı bedenim üzerindeki mühürleri kırdı ve çığlık attım. Çığlığımın, şimdi bomboş kalmış salonda, yankılandığını duymadı kulaklarım. Yanaklarımı sıcacık eden gözyaşlarımdan dolayı bulanıklaşan görüşüm, annemin cansız bedenini hatıralarıma kazımama engel olamadı. B
Beni fark etmişlerdi, birkaç adamın bana yaklaştığını biliyordum ama tepki veremedim. Hareket edemedim, gözlerimi o sarı saçlardan çekemedim.
Annem... Ölmüş müydü?
Eğer, gözlerimi annemden çekebilseydim korkuyla bana bakan çaresiz babamın 'Kaç!' uyarılarını duyabilirdim. Kalkıp beni yanına sürüklemeye gelen adamlara engel olmaya çalıştığını görebilir ve belki kaçmaya çalışabilirdim ama anneme bağlı uzuvlarım bunların hiçbirini algılamadı.
Kolumdan tutulup sürüklendiğimi ve dairenin içine fırlatıldığımı çok sonra fark ettim. Yere çarpan dizlerim sızladı, babam telaşla beni kolları arasına aldı. Açılan eteğimin altındaki cılız bacaklarımın da annemin kanına bulanması aynı anda gerçekleşti.
Babamın kulağıma fısıldadığı şeyleri duyamadım ama karşımızdaki adamın bağırması ile kollarını benden uzaklaştırdığını fark ettim. Boşlukta kaldım, uçurumdan aşağıya, annemin sızının beni çektiği o ıstıraba fırlatıldım. Ayaklarımın ucundaki acı beni derinlere sürükledi.
Annemin soluk teni şimdi hemen önümdeydi. Gözleri, tüm canlılığını yitirmiş bir şekilde öylece tavana bakıyordu. Dudaklarındaki sıcak gülümsemeler silinmişti. Yanağında... Asılı kalmış bir damla gözyaşı göğsümdeki acıyı ikiye katladı. Annemin canı yanıyordu, acı çekiyordu. Ölüm onu kolları arasına alıp adım adım benden uzaklaştırırken annem ağlıyordu. Bedeninin yanında duran eline uzandım ve sıkıca tuttum. Parmaklarım bir kelepçe misali onu sardı, uzanıp ona dokunmaya kıyamadım. Güzelliğini gölgelemeye yetmeyen alnındaki o davetsiz, kanlı deliğin yok olmasını diledim. Bedeninde iz bırakmış, ölümünün bir esiri olan o lekenin sahibi o değildi. Bu izi onda bırakanların hemen karşımda olması daha can yakıcıydı.
''Anne, bugün benim için bunu takabilir misin?'' dedim, anneme yaklaşırken. Arkası bana dönük, tuvalet masasının önünde makyajını düzeltiyordu. Toplu saçları, incecik boynunu açığa çıkartmış ve elimde tuttuğum kolye için davet açmıştı. ''Hangisini güzelim?'' diye mırıldandı annem. Üzerinde vücuduna oturan siyah, uzun bir balık model elbise vardı. Sarı saçları ve beyaz tenini açığa çıkaran makyajının arasındaki sıcak gülümsemesi ile beni yanına çağırdı. Elimdeki kolyeyi ona gösterdim, gülümsemesi genişledi. 7 yaşında, babamın aldığı oyuncağı büyük bir fedakârlık yapıp reddederek anneme aldığım altın bir kolyeydi bu. Ucunda yıldız, kalp ve kanat şeklinde üç küçük figür vardı. İncecik parmaklarını kolyenin üstüne getirerek hafifçe kavradı ve aniden dolan gözlerini benden sakladı. ''Elbette,'' dedi. ''Elbette güzelim.'' Annem kolyeyi takmama izin verdi ve küçük kolye, onun gerdanına dikilmiş bir kaftan gibi köprücük kemikleri üzerine kusursuzca yerleşti. ''Yine, çok güzelsin,'' diye mırıldandım. Üzerimdeki tozpembe elbisemi hızlıca süzüp dudaklarını büktü. ''Sende hala benim küçük kızımsın...''
Güldüm, annemin sıcak kolları arasında ferahladım. ''Eğer bugün de çok sıkılırsan söz, yarın tüm günümü seninle geçireceğim. Sadece bir gecelik dayan olur mu?'' dedi. Bilmiyordu ki, sıkılmasam bile sıkıldım diyecektim. ''Söz mü?'' diye sordum. Kollarını benden ayırıp çantasını eline aldı. ''Söz...''
Kolye hala boynunda, zemine yayılmış kanı üzerinde duruyordu. Hatıralarım kana bulanmıştı. Gözlerim kararıyordu, tutulmayan sözlerin ağırlığı gözkapaklarıma biniyordu. Bağırıp haykırmalarımı kimse duymadı, annem duymadı. Şoka girmiş bedenim zangır zangır titreyip gözyaşları içinde boğulurken bakışlarımı annemden çekmek zorunda kaldım.
Biri bana bağırdı, babam elimi tuttu. Başımı zoraki kaldırdım, gözyaşlarım arasından karşımdakinin kim olduğunu göremedim.
Annemin katili oradaydı... Elindeki silahı kaldırıp babamın alnına yasladığında, silahın soğuk ucunu kendi alnımda hissettim. Ellerim annemden kopup babama sarındı bu defa. Babam yalnızca adama bakıyor ve ona bir şeyler söylüyordu. Kendi hıçkırıklarım nedeniyle onu duyamadım, ara ara sesi yükselirken irkildim.
''Baba!'' diye bir feryat döküldü dudaklarımdan ancak babam bana bakmadı. Elimi sıkıca tuttu, gözyaşları söz dinlemez bir halde adama bağırdı. Neler olduğunu yeniden sorgulamaya başladım. Neden buradaydık, neden ölüm yanı başımızdaydı? Babamın alnına yaslı silah neden korkunç bir kâbustan ibaret değildi?
Babamın, tıpkı annem gibi birkaç dakika sonra alnında korkunç bir delikle yere yığılacağı düşüncesi midemi bulandırdı. Ölüm sırası etrafta dolanıyordu.
Ya babamda beni bırakırsa?
Yalnız kalırdım, hayatta tamamen yalnız kalırdım. Vücudum babamı koruma isteği ile dolmuş ancak hareket kabiliyetini kazanamamıştı. Babamın eline dolanmış olan elimi ağırca kaldırıp alnındaki silahı itmeye çalıştığımda adam silahla elime vurdu. Silahın soğukluğu içimi ürpertti ve babam hızla elimi yeniden tuttu. Silahın patlayacağından korkan hislerim hareketsiz kalmamı vurguladı. ''Baba!'' diye soludum tekrar. Babamın konuşmayı bırakıp sonunda bana baktığını hissettim. Konuşması bitmişti, artık bağırmıyordu. Kendimin bile duyamayacağı bir şekilde ona seslendim. ''Lütfen bırakma beni!''
Sıcacık, nemli dudaklarını alnıma değdirdi ve başımı omzuna yasladı. ''Üzülme,'' dedi. Hıçkırıp burnunu çektiğinde boğazım düğümlendi. ''Seni seviyoruz.''
Babamın sözleri ninni gibi geldi, omzunda dinlenen başım, gözlerim önündeki silueti silmem için gözlerimi kapatmamı fısıldadı. Sözünü dinledim, gözlerimi kapattım. Annemin bedeni yine de gözlerim önünden ayrılmadı. Çınlayan kulaklarımın arasında, ''Seni seviyoruz,'' sözünün ruhumu huzurla doldurmasını bekledim.
Ancak karanlığa kavuşmuş görüşümün hemen ardından ikinci bir silah sesi tüm duvarlarımı yıktı. Kulağımın hemen dibinde patlayan silah ile irkilip gözlerimi daha sıkı kapadım, kulaklarım acıdı. En acısı ise, başımın altındaki bedenin kayıp yere düşüşüydü. Babam benden uzaklaştı, bilincim her şeyi kabullenmek zorunda kaldı. Babam vurulmuştu, silahtan çıkan kurşun şüphesiz onu yakalamıştı. Gözlerimi açamadım, açmak istemedim. Babamın cansız bedeninin de gözkapaklarıma kazınmasını istemedim. Bedenim sarsıldı, ellerim hızla yere çarptı. Bağırdım, kuvvetimle bağırdım ve inkar ettim.
''Hayır! Hayır!'' Dudaklarımın arasından ciğerlerimi sökecek derecede kuvvetli, acımı anlatacak derecede şiddetli bir çığlık çıktı. Salonda yankılandı. Durmadan haykırdım, çığlıklarım yankılandı, kimse onları durdurmadı. Babamın can çekişen ruhunu duymamak için daha çok bağırdım, sıcakkanın bu defa yanı başımdan yayıldığını hissetmek istemedim.
Sağım solum yaralıydı, kanatlarım kırılmıştı. Limanlarım su altında kalmış, kabuğum çatlayıp yok olmuştu. Nefesim soluyordu.
Tıkandım, boğazım düğümlendi, canım defalarca parçalanıp dikildi. Acıdan, korkudan, hüzünden ve belki anlık şoktan bilincimde karanlığa karıştı. Ölümün sırasında kendimin olduğunu hayal ettim, üçüncü ölen kişinin ben olduğumu ve acımın burada son bulacağını hayal ettim. Acım dinmedi.
Kimse beni almaya gelmedi.
Adamlar etrafımdaydı hala, acımasızca acımı yaşamama izin veriyorlardı. Haykırışlarımı, acı çığlıklarımı dinliyorlardı. Acımın tekrar kulaklarımda yankılanmasına izin veriyorlardı. Acımasızlardı.
Sonunda bu aciz bedenim dayanamadı, düştüm. Sıcakkana bulanmış bedenim ürperdi, bilincim kapanmadan önce dudaklarım arasından son defa sıcak bir nefes buhar olup uçtu. Ölüm, artık hayalimdi.
Hakan Doğan ve Bahar Doğan, 27.03.15 tarihinde öldürülmüştür.