Ölüm kimdi?
Ölüm neydi?
Vücudumu yavaş yavaş saran o kırmızı ışıkta mı gizliydi sonum? Yoksa yok olmadan hemen önce gördüğüm o suratta mı? Hiç ağlamayan Taehyung'un yanağından akan bir göz yaşında mıydı benim Azrail'im?
Yaşamanın anlamı yavaş yavaş azaldı kalbimden. Gözlerim kapandı ve dudaklarım hafifçe aralandı. Tüm sesler kesildi, etraf kıpkırmızı oldu. Yavaşça bir nefes verdim. Karbondioksit dudaklarımın arasından çıkıp havaya karışırken hapsoldum sonumu belirten o ışığa. Ölüme kucak açtım, bir çocuk gibi. Beni bu korkunç yerden alıp götürmesini bekledim.
Kırmızı ışık kalbimde yanmaya devam ediyordu. Her zaman ölünce ortaya çıkacağı söylenen beyaz ışığı aradım. O beyaz ışık hiçbir zaman gelmedi. Onun yerine etrafım beyazlaştı. Ben boş, bembeyaz bir odaya benzeyen bir yere geldiğimde yutkundum. Ölüm böyle bir şey miydi? Gerçek hayatta kalbim durmuş, ailem ağlıyor muydu?
"Merhaba, Kim Seokjin."
Sesin geldiği yere döndüm hızla. Bembeyaz bu yerde bir insan silueti gördüğümde korkuyla geriye doğru ilerledim. Azrail bu muydu? Beni buradan alıp götürecek olan Azrail gerçekten insana mı benziyordu?
"Benden korkma." derken ellerini arkasında birleştirmişti. Ellerini kullanmayarak gerçekten bana zarar vermeyeceğini kanıtlamak istiyor gibiydi.
"S-sen kimsin?" diyebildim sadece. Korkum, ölme korkusuydu. Yoksa karşımda gamzeli ve çekik gözleri olan bu adam hiç de korkutucu değildi. Canımı almaya gelmiş bile olsa...
Kıyafetleri de en az burası kadar beyaz olan gamzeli adam bana doğru yaklaştı. Yüzünde minik bir gülümseme vardı ve bu gülümseme güven veriyordu. Fakat ruhum hiçbir şeyi kabul etmeyecek durumdaydı. Onun verdiği güven bile kıramazdı duvarlarımı.
"Ben Namjoon." dedi gamzeli adam. "Senden önceki özel ruh."
Gözlerim kocaman açıldı, kalbimdeki kırmızılık gözümü kamaştırdı. Benim özel ruh olduğum kanıtlanırken, bu kişinin de özel ruh oluşu şaşırttı beni. Burada ikimizin ne yaptığını çözmek istercesine baktım ona. Ben ölmemiş miydim yoksa öleli çok mu olmuştu?
"Yüzyıllardır bir özel ruhun gelmesini bekliyordum." dedi Namjoon yavaşça. "Buradaki tutsaklığım ancak sen yerime geçince son bulacak."
Sonra gülümsedi. "Tabi, geçersen."
Kaşlarım çatılırken dudakların aralandı hafifçe. Bir adım geriye gittim şüpheyle. Taehyung'un kimseye güvenmemem gerektiğini söyleyişi yankılandı kulağımda. Onun sesini şimdiden özlediğimi fark ettiğimde yutkundum. Burada bir boklar oluyordu ve yanımda o yoktu bu sefer. Tek başımaydım.
"Kimseye güvenmiyorum." dedim, tek kasım havadayken. Namjoon, bu söylediğime güldü. Kafasını eğip alnını kaşıdıktan sonra hala o gülümsemesiyle bakıyordu bana.
"Taehyung'a güvendin ama."
Gözlerim kocaman açılırken bir adım daha geriye attım. Burada normal olan hiçbir şey yoktu. Ben ölmüş müydüm yoksa ölmemiş miydim bilmiyordum bile. Bu adam Taehyung'u ve ona güvendiğimi nerden bildiğini bilmediğim gibi...
"N-nasıl...?" dediğim sırada Namjoon bana doğru bir adım atıp ellerini ceplerine koydu.
"Ben Namjoon. Koma'daki zamana göre hesaplarsak, yüzyıllardır buradayım."
Namjoon devam edecekken kestim sözünü hızla.
"Koma'da zaman kavramı yok."
Namjoon kafasını salladı. "İçinde olduğunuz zaman öyle geliyor." dedikten sonra elini uzattı bana doğru. "Tut elimi, göstereyim sana."