Ehl-i Sünnet Müslümanlığın Kendisidir

51 9 44
                                    

💫Ehl-i Sünnet Müslümanlığın Kendisidir 💫

Sahabe asrından sonra İslam  fütuhatı genişlemeye başladı. Farklı kültürlerden ve dinlerden kitleler  halinde İslam’a girişler başladı. Bir taraftan farklı kültürler ve dinlerin, bir taraftan içerideki bir takım  arızalı anlayışların, yapıların etkisi ile Saha­be Asrı’nın sonlarına doğru saha­benin hiç görmediği, duymadığı bir takım fikirler, görüşler duyulmaya, görülmeye başlandı. Dolayısıyla Ehl-i sünnet dışı, Ehl-i sünnet’e aykırı fikirlerin, görüşlerin tarihi o zaman dilimine kadar gider.

O zaman, sahabenin genç kuşağı hayattaydı ve bu oluşumlara karşı nasıl tavır  takınılması gerektiği konusunda bize de örnek oldular. Efendimiz’den  (s.a.v) gördükleri, işittikleri şeyler,  aldıkları terbiye ve formasyon, bu yabancı fikirler karşısında nasıl bir  tavır takınmaları gerektiğini de öğ­retmiş oldu. Bu yabancı oluşumlar ve fikirler tarih ilerledikçe, zaman bize doğru geldikçe artarak devam etti. (Sifil, 2015) 1)

Sahabe arasındaki bir takım hadiseleri bahane eden ve bilahare ortaya Şiilik diye çıkacak olan akım, bazı Emevi idarecilerinin de yanlış politikalarıyla, toplumda oluşan tepkiler, bunların vücut verdiği bir takım itikadı anlayışlar, bir tarafta Mürcie, bir tarafta Mu’tezile, bir tarafta Cebriyye…

Zaman içerisinde bu gibi mezhepler, bir kısmı ağırlıklı olarak siyası görüşleri de ihtiva etti­ğinden bid’at mezhepler yayıldı ve İslam toplumunda tartışma konusu oldu, gündem teşkil etti. Bunlarla ilgili İmam-ı Azam Ebû Hanife Haz­retleri başta olmak üzere Tabiîn nes­linden itibaren tedbirler alındı; ilmi anlamda bu bid’at görüşlerin cevabı verildi, iddiaları tartışıldı ve çürütül­dü. Hicri beşinci ve altıncı asırlara geldiğimizde büyük ölçüde İslam toplumunun gündeminden düştü.

Ehl-i Sünnet Ve’I Cemaat’in mües­seseleşmesi, her alanda kudretli alimlerin yetişmesiyle, insanların bilinçlenmesi neticesinde bu fikirler toplumda yer edemez hale geldi.

Tarihe bir bütün olarak baktığımız­da şunu görüyoruz: İslam ümmeti ilmen ve siyaseten ne zaman zayıflamışsa bu türlü akımlar hortlamış ve yer altından yer üstüne çıkmıştır. Sahabe arasındaki o kargaşa ve karışıklıklar siyası bir zaaf olarak  ortaya çıkınca, Şiilik dediğimiz akım kendini gösterdi. Emevi-Abbasî çekişmesi esnasında Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie dediğimiz akımlar ortaya çıktı.

Abbasîlerin zayıfladığı dönemlerde Batînî, Karmatî akımları ortaya çıktı. Hatta gene bu dönem­de bir kısım Müşebbihe, Mücessi­me dediğimiz taifenin de önemli fitne olaylarının altına imza attığını biliyoruz.

Şimdi tarih tekerrür ediyor. İslam ümmeti ilmen ve siyaseten zayıflamış durumda. Bu, tarihin tekerrürü dediğimiz şeyi önümüze koyuyor. Bir takım bid’at akımlar, -gerek iç gerek dış kaynaklı- bu zaafı bir fırsat, bir ganimet biliyor ve ortaya çıkıyor; güçleniyor, yayılıyor ve kendisini gösteriyor. Elbette bu akımların bu derece yayılmasında sadece İslam ümmetinin ilmen ve siyaseten zayıflaması yok.

Aynı zamanda bunların örgütlü, planlı ve  programlı bir şekilde çalışmasının, arkasında devasa bütçeleri bulun­duruyor olmanın etkisini de görüp bunların hepsini bir arada değerlen­dirmemiz lazım.

Ehl-i sünnet’in bu noktada önemi nedir?  Ehl-i sünnet olmak neyi ifade eder?
Cenab-ı Hakk, Kitab-ı Mübin’i gönderirken aynı zamanda onun fiili pratiği nasıl olacak, hayata nasıl aktarılacak, bunun da gösterme sorumluluğunu Efendimiz’e (s.a.v) yükledi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v) “Cenab-ı Hakk’ın muradı nedir, biz­den Cenab-ı Hakk ne istiyor?” gibi soruların cevabını yirmi üç senelik peygamberliği süresince bize en ideal biçimde gösterdi ve “Cenab-ı Hakk sizden böyle bir müslümanlık istiyor.” dedi. Efendimiz’in (s.a.v) hayatı da budur.

SORARLARSA NE DİYECEKSİN ?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin