Güveni siyah bir palto misali geçirmiş üzerine,
Kirpiklerinde asılı duran acılar yüzünden gözleri kapalı.
Attığı adımların yankısını herkes duyuyor sanmıştım ama,
Bir tek duvarlarımda çınlıyormuş şarkı.
Bir gerçeği haykırmak istiyorum sana,
Başlıyor yine kalbimdeki uslanmaz sızı.
Şarkının notaları dökülüyor dudaklarından,
Şarkı senin, şarkı sensin.
Sen kimsin?***
Bilincimin yuvarlandığı uçuruma cesurca ip salan hiç kimsenin varlığını hissedemiyordum. Ucu bucağı olmayan ıssız bir karanlığa hapsolmuş, o karanlıktan kurtulabilmek için çırpınamayacak kadar yorgundum. Boğazıma kadar sıralanmış olan şey artık kan değil kelimelerdi. Söyleyemediğim her cümle için bağırmak, soramadığım her soru için ağlamak istiyordum. Acımasız satırlarımın okunun ucunda yer alan adam Baran olsa bile, onun gözlerine baktığımda uysal bir kediden ötesine dönüşemiyordum.
Artık ötesi berisi yoktu, kelimelerimin okunun ucundaki atan kalp kime ait olursa olsun yaydan çıkan ok bir daha geri dönemezdi. Bana zorla yutturdukları kelimeleri kendi isteğimle kusuyordum. Boğazıma kadar sıralanmıştı zihnimden kopup gelen sözcüklerin zalim dikenleri; dikenler boğazıma batıyor, hasta yatağında ter döken bir kızın öksürüşlerine karışıyordu. O kız her öksürdüğünde boğazı parçalanıyormuş gibi hissettiği için bir gün bu ağrının geçeceği umuduna keskin bir hançeri saplayıp gözlerini yummuştu. Yumulan gözler açılırdı açılmasına lâkin yumulan ruh sünger değildi ki eski hâlini alsın.
Ruhum yumulmuştu.
Kafese gitmek istiyordum, kendime itiraf etmek istemesem de çoğu sorumun cevabının orada saklandığını biliyordum.
Deliriyordu ve tüm sevdiklerim beni bu delirdiğim soğuk tımarhane odasına terk ediyordu. İnsan sevdiğini bırakıp onun acı çekmesine göz yumar mı? Onlar iyiliğim için bunu yapmak zorunda olduklarını söylüyordu.İyiliğim ancak bu kadar kötü olabilirdi.
Bu şehirden kurtulmak istemeye başlamıştım, isteklerin en acımasızı beni cehennem ateşinin ortasına atmış etrafımı ateşte erimeyen parmaklıklarla çevrelemişti. Telefonda vakit geçirmek, Nazar'la veya annemle konuşmak, bu sınırların ötesinde herhangi bir insanla iletişime geçmek benim için ölümden farksızdı artık çünkü ne zaman dışarıdaki hayata -bir zamanlar içinde olduğum hayata- tanıklık etsem midemin olduğu yerde acımasız bir yangın başlıyordu. Normali ya da anormali belirleyenin kim olduğunu bilmesem de, bu yaşadıklarımın normal olmadığını anlayacak kadar büyümüştüm. Kabaran saçlarını, kırılan tırnaklarını, düşük notlarını, kaybettiği maçları, ayrıldıkları sevgililerini takması gereken gençler cebine çakı takıyor ve top peşinde koşmaları gerekirken insafsız birilerinden kaçıyordu.
Beni bir deliler hastanesine kapatmışlar ve aklımı oynatmam için çeşitli komplolar düzenliyorlardı sanki. Biri de çıkıp "Bu yaşananlar normal değil!" demiyordu. Aksine herkes her şey yolundaymış gibi yaşamaya; yürümeye, konuşmaya, hayatın akıntısına kapılmaya devam ediyordu. Birisi bu insanlara, tüm dünya sağa doğru adımlarken onların sola doğru adımladığını, tüm dünya aynı dili konuşurken onların eski bir dilde takılı kaldığını, tüm dünya hayatın akıntısında gülüp eğlenirken bu insanların dalgalara kafa tuttuğunu söylemeliydi.
Birisi yolunda gitmeyen şeyleri yoluna sokmalıydı artık.
Sessizlik, kulaklarımın ucunda asılı duran gösterişli bir küpeydi ve ben o küpeyi dakikalardır çıkarmamıştım. Bilincim, gerdanımda duran ucunda siyah taştan kolyeydi ve ben kolyeyi koparmamıştım. Karanlık, göz kapaklarımın üzerine örttüğüm simli bir fardı ve ben temizlemeye üşenen bir kızdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Palmira'nın Direnişi (+18)
Teen FictionGöğsümün içinde önüne damarlarımda dolanan kanlardan bariyer koymayı beceremediğim devasa bir ağrı yükseliyor. Kanımın kaynadığını hissediyorum, yağmura benzeyen gözlerimin öfkeyle parladığını... Titreyen ellerimde ölüm kokan kan izleri var, mezarlı...