Tehlikenin habercisi olan çanlar çalmaya başladığında bahçede oynayan çocuklar, sokak satıcıları, işleriyle uğraşan insanlar ve talim alanındaki savaşçılar ortadan kaybolmuştu. Endişeliydim ve belki de son zamanlarda devamlı olarak hissedebildiğim tek his buydu.''Bay Min, içeri girmeyecek misiniz?''
Yoongi'nin peşime taktığı korumalığımı yapan savaşçılardan biriydi konuşan. Bir anlığına yanımda olduğunu unutmuştum. Kitaplar arasında olmayı sevmiştim- Yoongi'nin kollarının arasında olmaktan daha çok değildi belki ama en azından bir süreliğine sakinliğin hissettirdiği o hoşluk hissini tadabilmiştim. Öğrendiğim şeyler iç açıcı değildi belki ama bu sayede kuyuların başında büyülü sözcükler mırıldanan şamanları izlerken şaşkın değildim. Onlar Namjoon'dan daha farklıydı. Namjoon umursamaz, eğlenceli ve sanki hekimden fazlası değilmiş gibi davranmayı seven biriydi. Ve nedendir bilmem, şaman liderinin burayı, klanın kalbini kutsamayı teklif ettiğinde en çok karşı çıkan da o olmuştu. Taehyung'la birkaç komutan ona hak verirken Yoongi sessizce teklifi kabul etmişti. Çaresiz gibi gözükmüştü o an gözüme, böyle bir şeyin mümkün olmaması gerekirken.
''Efendim?'' Savaşçının kararlı olduğunu anladığımda iç çektikten hemen sonra konuştum. ''Biraz daha kalıp izlemek istiyorum.''
''Ama burada kalmanız tehlikeli.''
''Sorun değil.'' dedim gülümsemeye çalışacak. Burada bana zarar vermeye kim cesaret edebilir ki?
Atların ve içme sularının zehirlenmesi korkunç bir olaydı. Her kim yaptıysa Yoongi'nin planlarını ertelemesine sebep olmuştu. Benimle flört ederek dikkatini dağıtmaya çalışsa da herkes kadar Yoongi de karamsarlığa kapılmıştı. Muhtemelen daha önce böylesine bir olayla karşı karşıya kalmamıştı. O herkesin korkuyla önünde eğildiği Min Klanı'nın şimdiki lideriydi. Belki babası kadar acımasız ve güçlü değildi ama ondan daha akıllı ve mantıklıydı. Bu daha önemli değil miydi?
''Ah, şu çirkinliğe bakın!''
Bir anda duyduğum ses ile bakışlarımı kutsamayı bitirdikleri kuyunun üzerini örten şamanlardan ayırarak sesin sahibini bulmak için etrafta dolaştırdım.
''Neler düşünüyorsun da o sevimli suratın bu kadar çirkin bir hale gelebiliyor?''
''Mino!''
Kalenin ilerisinde durmuş, gülerek beni izleyen Mino'yu gördüğümde beni durdurmaya çalışan korumaya aldırmadan ona doğru koşmaya başlamıştım. Onu görmek hoştu!
''Ne zaman geldin?'' Etraftaki şamanların ve nöbetçi savaşçıların bize baktığını fark ettiğimde kendime çeki düzen vererek yavaşça selam verdim. O da gülerek karşılık verdi hızlıca. ''Çok tuhaf birisin. Ne zaman geldiğini, gittiğini anlayamıyorum.''
''Haha, biraz öyle.'' diye karşılık verdi mahçup bir tavırla. Elini ensesine götürerek kaşıdı. ''Yine de doğru zamanlarda ortaya çıkıyorum, değil mi?'' dediğinde kastettiği şeyin ne olduğunu anlamam geç olmamıştı. ''Atlar!'' dedim yanından geçerek arkasındaki kalabalığı fark ederek. ''At getirmişsin!''
''Buna ihtiyacınız vardı.''
''Kısa sürede bu kadar çok atı nereden buldunuz?''
''Kolay olmadı.'' diye mırıldandı. Birilerinin duymasını istemiyor gibiydi. ''Ama yardım getirmemiz gerekiyordu. Bağlı klanların çoğuna zorla sahip olsalar da bizler, Song Ailesi, ailenize içtenlikle bağlıyız.''
Ailemiz mi? Kan bağım olmasa da beni Minler'den biri olarak mı görüyordu? Kadın olmasam bile mi?
Yanaklarım kızarmaya başlamadan önce kafamı sallayarak düşüncelerimi kovuşturdum.