Her ne kadar dost canlısı bir klanda büyümüş ve -büyüdüğüm klanın aksine- savaşmak için var olan bir klanda yaşıyor olsam da savaş fikri hep soyut kalırdı zihnimde. İnsanların, sevdiğim insanların yaralandığını, öldüğünü görmeme rağmen gerçekçi gelmiyordu hala bana. Gelmemesini de dilemiştim Min Klanı'nın ordusuyla karşı karşıya geldiğimde.''Vay be.'' demiştim üzerime çöken gerginliği biraz da olsa atabilmek için alaycı bir tavırla. Min klanının ilk kez topraklarımıza ayak bastığı zaman insanlarımın tedirginliğini ancak anlayabiliyordum, seneler sonra. Neden doğunun en güçlü klanı olduklarını, babamın ve diğerlerinin onlardan çekindiğini ordusunu karşımda gördüğümde anlayabilmiştim. Neredeyse iki katım kadar olan savaşçıların birkaçını talim alanından tanısam da üzerlerine geçirdikleri zırhlarıyla tamamen yabancıya dönüşmüşlerdi benim için. Hatalarıma gülen, benimle alay eden kişiler yoktu karşımda. Birkaç adım ilerideki liderlerini izleyen, ağzından çıkacak emirleri gözlerini kırpmadan yerine getirecek korkusuz savaşçılar vardı karşımda.
''İlk defa görüyorsun, değil mi?'' demişti Hoseok elini omzuma koyarken. ''Evet.'' diye mırıldandım. Burada yaşadığımdan beri ilk defa ordularını- ordumuzu görüyordum. Çünkü daha önce hiç ihtiyaç duyulmamıştı bu kadar büyük bir orduya. Hiçbir sorun Min Ordusunu bir araya getirecek kadar önemli olmamıştı.
''Yeryüzündeki tüm Min savaşçıları mı bunlar?'' dedim, olmamasını umarak.
''Hayır.'' demişti Hoseok. ''Klanımızın güvenliği önemli olsa da yuvamızı korurken elimizdekileri yitirmek istemeyiz.''
Değişen ses tonundan hala Yoongi'ye kızgın olduğunu anlamıştım. Haklıydı da. Ben de Yoongi'ye kızgındım. Ne kadar ulağın getirdiği haber ile toplantı salonundaki ufak konuşmamız bir sonuca bağlanamadan son bulsa da en uygun zamanda tekrar konuşacaktım bu konuyu Yoongi ile. Hoseok ikinci kez itiraz etmemişti Jung savaşçılarının ölüme gönderilmesine ama bir şart koşmuştu. O da klanındaki insanlarla ön saflarda son kez birlikte yer almak istediğiydi. Bunu duyduğunda Taehyung bile Jungkook'un kayıp olmasını bir anlığına unutmuş ve sevgilisi için akan gözyaşları Hoseok için akmaya başlamıştı. Korkmadığımı söyleyemezdim. Düşmanımızın ne denli güçlü olduğunu bilmiyordum ama Hoseok bir savaşçı değildi. İyi savaşırdı, evet ama bu kadardı. Gerektiğinde bağlı olduğu klanın lideriyle savaşlara katılır, yolculuk eder ve keyfince dolaşırdı. Ama yine de savaşçı değildi. Bir kere ona yakışmıyordu bu sıfat. O kanlı topraklara, paslanmış kılıçlara ait biri değildi. Onun yeri özenle süslenmiş masalar, en güzel çiçeklerle donatılmış bahçelerdi. Şimdiye dek farklı bir izlenim vermişse de o böyle yerlere aitti.
''Tüm ormanı arayın. Hava kararmadan onu bulmalısınız.'' Taehyung'un ağlamaktan kısılmış, sert çıkması için kendini zorladığı sesini duyduğumda ürpermiştim. Jungkook için daha ne kadar üzülmesi gerekiyordu, bilmiyordum.
''Birkaç saat sonra hava kararacak zaten. Onu bulabilecekler mi?''
Hoseok sorumu duymamazlıktan gelmişti sanırım. Çünkü saniyeler sonra ''Karnım acıktı.'' demişti. Ve sonrasında koluna vurmuş olmam tamamen refleksi bir hareketti.
''Hana akıllı biridir ama Jungkook nasıl o haliyle ortadan kaybolabilir?''
''Her neyse, gidiyorum.''
Bir kez daha görmezden gelindiğimde bu sefer ona vurmamı engelleyerek geriye çekilmişti Hoseok. Nereye gidiyordu, bilmiyordum ama hızlı adımlarla yanımdan ayrıldığında sormak için fırsatım da olmamıştı.
Tek başıma kalmıştım. Taehyung ve Yoongi ön kısımdaydı ve yanımda kimse yoktu. Daha önce hiç kalabalık bir grup Min savaşçılarıyla karşı karşıya kalmamıştım. Biraz çıplak hissettirmişti bu. Bana karşı her zaman iyiydi Min savaşçıları ve buraya alışmıştım. Ama yine de çekinmekten alıkoyamıyordum kendimi.