01 : tanrı'ya son bir yalvarış.

2K 264 312
                                    

hinata bu kez gözlerini kapatmak yerine sonuna kadar açmıştı ve arabanın arkasından geçtikleri yola bakıyordu. etraftaki ağaçları, gördüğü insanları dikkatle inceliyordu. bu ağaçlar ve bu insanlar gördüğü son şeyler olacaktı. 

arabanın merkeze değil de başka bir yola saptığını hemen anladı oğlan. sesini çıkarmadı. gözleri ilkbaharın renklerini zihnine kazıyordu. uzun bir zaman önce yummuştu hinata gözlerini, ve cesaretini toplayıp açtığında ise renklerin onun için solduğunu fark etmişti. siyahtı her şey. şimdiyse  renkler usul usul canlanıyordu sanki. çünkü hinata bugün kurtulacağını düşünüyordu her şeyden. 

ona sorulmamıştı bu dünyaya gelirken. muhtemelen fakir bir anne ve babanın çocuğuydu. kendini bildi bileli köle pazarlarındaydı çünkü. annesi ve babası onu satacak kadar zor durumda kalmış olmalılardı. nihayet nefret ettiği bedeninden ayrılacaktı ruhu. öldükten sonra nereye gideceğini ise bilmiyordu. kendisine bakan kadın gibi tanrı'ya inansaydı belki bir fikri olabilirdi.

atlı araba yavaşlayıp durduğunda hinata, in komutunu beklemeden yavaşça indi oturduğu balyaların üzerinden. atların olduğu tarafa kafasını çevirdiğinde gördüğü manzara nefesini kesmişti. sertçe yutkundu. daha ölmeden hep bahsettikleri o cennete mi gelmişti yoksa? oysa inanmadığı için cehenneme gitmesi gerekmiyor muydu? 

böyle bir güzelliğin dünya üzerinde bırakılmasının şokunu yaşıyordu hinata o esnada. istemsizce birkaç adım attı göle doğru. eğer tanrı gerçekten varsa ve bizimle birlikte bu dünyayı yaratmışsa tam bir aptal. cennetinden bir parçayı adam akıllı kulluk yapamayan bu insanlara neden ve nasıl verir? hayır, hayır. asıl soru, bu yer nasıl olur da böyle güzel kalmayı başarabilir?

"çocuk," üç senedir onunla olsa da ismini dahil bilmeyen adam hinata'ya seslendiğinde oğlan zar zor aldı gözlerini eşsiz manzaradan. kendisine uzatılan kağıdı ve kömürden bir kalemi gördüğünde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı adeta. "bakma öyle, üç dört yıldır yanımdasın. fark etmedim mi sandın? başlarda ne görsen çizerdin. yine bir şeyler karalamak istemez misin?"

hinata dolan gözlerini ellerinin tersiyle sildi. "efendim, siz... yani ben..."

"bir şey söylemene gerek yok. dürüst olacağım, buraya seni öldürmeye geldim. ama ondan önce son bir kez bakmanı ve bir şeyler çizmeni istiyorum çocuk. öbür tarafa gittiğinde bana o kadar da dargın gitme yani. sonra nasıl hesap veririm tanrıma."

hinata titreyen dudaklarını birbirine bastırdı. bir şey söylemek yerine hızla eğildi ve adamın elindeki kağıt kalemi alıp koşarak biraz uzağa gitti. "kaçmıyorum!" diye de bağırdı adama doğru dönüp. "sadece daha iyi bir yer bulacağım!"

adam güldü. "kaçsan çok daha iyi olur!" 

hinata güldü. ve efendisini şaşkınlıktan donakalmış bir şekilde bırakıp gölü daha iyi görebileceği bir yere ilerledi. nihayet öyle bir yer bulduğunda küçük iskeleye bakıp tebessüm etti. ayaklarını sıkan ayakkabıları çıkarıp keskin taşlarla dolu olan toprağa bastı. acıyordu. taşlar canını yakıyordu ama buna aldırmadı. iskelede ağır adımlarla yürüyüp en sona geldi. ardından yavaşça oraya çöküp ayaklarını sallandırdı. biraz daha uzun olmayı ve ayaklarının suya değmesini istedi, elinde olmadan.

çizmeye başladığında elleri hiç durmadı. bir kez olsun kafasını kaldırmadı bile. göle ilk baktığında ne gördüyse onu çizdi. ne hissetmişse çizerek anlatmaya çalıştı. resim henüz bitmemişken gözyaşları resme düşmeye başladı. bazı yerlerdeki detayları mahvetse de hinata buna aldırmadı. dizlerindeki kağıda sıkıca sarıldı ve dizlerine doğru eğildi. ağlamayı unutmuş olan o oğlan deliler gibi bağırarak ağladı o an.

tanrım, dedi içinden. orada mısın bilmiyorum. ama eğer oralarda bir yerdeysen lütfen bana bir şans daha ver. ben, yaşamak istiyorum. hayatın ve bu gibi güzelliklerin tadını çıkarmak istiyorum.

hinata boğazı yırtılırcasına bağırıp ağlarken o esnada ormanda avlanan biri vardı. sesi elbette duymuştu. endişelendi ve adımlarını o yöne doğrulttu. birine bir şey mi oluyordu? neydi bu bağırış, neydi bu kalbi dağlayan haykırış?

kageyama tobio ağaçların arasından çıktığında biraz sağında kalan iskeledeki oğlanı gördü. deliler gibi ağlayan kişi oydu. fakat neden ağlıyordu? biri bir şey mi yapmıştı? ya da daha kötüsü, önündeki göle biri mi düşmüştü? bu civardaki en derin göldü bu, çokça can aldığını da bilirdi herkes. kageyama'nın aklına gelen ihtimallerden biri elbette bu olacaktı.

sırtındaki silahı düzeltip hızla oraya yöneldi ama o sırada başka birini fark etti. iskelede ağır adımlar atarak ağlayan oğlana yaklaşan bir adam. elindeki silahı da görmüştü elbette kageyama. bir saniyelik duraksamasının ardından tereddütsüz bir şekilde onlara yaklaştı.

"hey!" sesini yükseltti. hinata da, eli silah tutan adam da kageyama'ya baktılar. hinata hâlâ iç çekerek ağlıyordu. "neler oluyor? ne yaptığını sanıyorsun?"

"bay kageyama," adam elbette onun kim olduğunu biliyordu. "efendim yanlış anladınız. bu gördüğünüz çocuk benim kölem. fakat çok hasta. kimsenin almaya niyeti, onun da yaşamaya isteği yok. onu bu azaptan kurtarmak için buradayım."

kageyama'nın gözleri iskelenin ucundaki oğlana kaydı ve oğlanın yüzündeki ifadeye uzunca baktı. ölmek isteyen bir çocuk böyle bakmazdı. yaşamak için yalvarırcasına bakmazdı kimseye. "yüz bin." 

"anlamadım?" adam eğdiği başını kaldırıp kageyama'ya baktı. 

kageyama tobio yineledi, hinata shoyo'nun gözlerine bakarken. "yüz bin yen. bu çocuk için sana yüz bin yen vereceğim. onu satın alıyorum."

"ama bay kageyama bu çocuk dediğim gibi hastalıklı ve hiçbir işe yaramaz da." kageyama okyanus mavisi gözlerini adama çevirdiğinde adam tekrar eğdi başını. "anlaşıldı efendim. siz ne derseniz o."

yüz bin yen değerindeki köle # kagehinaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin