.XII.

4.1K 455 16
                                    


*
*
*

Araba toprak yolu hızla aşarken ben öylece camdan dışarıya bakıyor, nereye gittiğimizi anlamaya çalışıyordum. Kafasına her estiğinde oraya buraya sürüklüyor oluşu da beni ayrı sinir etmeye başlamıştı.

Geçtiğimiz ağaçlık alana bakarken, "Eline ne oldu?" diye soran Tahir'e dönmedim bile. "Kazı yapmaktan yara oldu." dedim sadece.

Derin bir iç çekişin ardından bir dâhâ konuşmadı. Ben de konuşmak için bir şey demedim. Bir süre sonra geldiğimiz koca arazide durdu. "İn." diyerek kendi hızla arabadan inerken, derin bir nefes aldım. "Sabır Allah'ım."

Arabadan inip onun gibi aracın önüne geldiğimde etrafa bir göz gezdirdim. Eski bir maden ocağına benziyordu. Kaşlarım çatıldı. "Niye buraya geldik?" dedim hala yarısı çökmüş ocaklara bakarken.

"Bu maden iki ay önce faaldi." dediğinde kaşlarım dâhâ da çatılırken ona döndüm. O, benim aksime hâlâ yıkılan ocaklara bakıyordu. "Nasıl? Burası hiç yoktan senelerdir girilmiyor gibi ama..." dedim bir yandan da inanamayarak.

Dediklerimden sonra bana döndü yavaşça. Mavi gözleri öyle sert bakıyordu ki, buraya ilk geldiğim gün gördüğüm aynı bakışlardı. İnsanın içini üşüten...

"İki ay önce, bu madende şimdi çalıştığın maden gibi işliyordu. Ben nasıl oraya geliyorsam buraya da geliyor, sigortasızları eve yolluyordum." diyerek gözlerini yeniden ocaklara çevirdi. Öyle durdu bir süre, ben de onun gibi çökmüş, kimi yeri neredeyse kaybolmuş maden ocaklarına bakmaya başladım.

"Yine böyle gelip sigortasızlari işe yollayacağım zaman, öğrendim ki göçük olmuş. Birçok ocak yıkılıp, işçiler enkaz altında kalmış." Sanki anlatırken içi daralıyor, o günü yeniden yaşıyor gibi derin bir iç çekti. İçim acımıştı duyduklarımla.

Onca insan, göçük altında kalıp can savaşı vermişti... Bir umut yaşıyor olduklarını, hattâ madende bile kimsenin olmadığını düşünmek istedim. Lâkin Tahir'in ifadesi o kadar durgundu ki, bu çabamın yersiz olduğunu anlıyordum.

"Buraya askerlerle nasıl geldim hatırlamıyorum bile. İki gün, koskoca  iki gün boyunca göçük altında yaşayan birini aradık. Uyumadan, yemek dâhi yemeden perişan olmuş ailelere destek olmaya çalıştık." Sanki hâlâ feryat figan ağlayan, acıyla bir umut haber bekleyen insanlar oradaymışcasına madenin girişinde bir yere bakarak durduğunda gözlerim dolmuştu.

Onca aile, çocuklar ve eşler mahvolmuştu.

"Neden çökmüş peki ocak?" dedim sesim beklediğimin aksine sabit çıkarken. Mavi gözleri beni buldu bu kez. Yüzümde bir süre gezdi hareleri öylece.

"Yağmur yumuşatmış toprağı. Halbuki yağmurdan sonra en az iki gün madene giriş yasak." Tahir'in dedikleri üzgün ifademin yerini sinire bırakmama neden oldu. "İyi de kimse bilmiyor muydu bunu?" dedim hiddetle. Anlamıyordum, bunca insanın canını neden hiçe saymışlardı?

Sinirle çenesi kasılırken, gözleri gözlerime kenetliydi. Sinirinin bana olmadığını biliyordum. Çünkü aklına bir şeyler geliyor gibi durmadan gözü başka yerlere bakarken dalıyordu.

"Mecburlardı... Yani mecbur bırakmış maden ocağının sahibi." dediğinde inanamayarak baktım gözlerine. "Onca insanı bile bile mi ölüme itmiş? Hiç mi Allah korkusu yok bu insanların? Kim bu ocağın sahibi peki? Hangi haysiyetsiz?" dedim bir yandan da elimle ocakları göstererek. Boğazıma oturmuş yumru dâhâ fazla konuşmama müsaade etmemişti.

"Sizin ocağın sahibi." dediğinde başımı iki yana salladım. "Bilmiyorum ki kim? Ben dâhâ bir iki haftadır buradayım." dediğimde başını salladı. "Haşmet Erli. Bu gibi birkaç ocağın dâhâ sahibi." dedi sinirle karışık gülerken. Ocaklara bakarken gözlerinden geçen hüznü ilk kez bu denli belli ediyor oluşu ise onun ne derece üzüldüğünü anlatıyordu.

"Şimdi anladın mı niye her Allah'ın günü gelip milleti evine yolluyorum? Hani her şeyi ben biliyorum ya, sen de biliyorsun şimdi. Ben istemez miyim herkes sağ salim dönsün evine, çalıştığı yerde iyi para kazansın? Ama bak!" diyerek hiddetle ocakları gösterdi. İşaret ettiği yıkılmış ocaklara bakarken ona karşı mahcup hissettim.

O, elinden geldiğince insanları bu gibi bir durumdan korurken ben ise bir inat uğruna sigorta istiyor sanıyordum. Her şeyin gördüğü kadar olmadığı da burada kendini belli ediyordu. Bana döndüğünde, gözlerindeki siniri görebiliyordum.

"Kimsenin sonu böyle olmasın diye uğraşıyorum sadece. Ben her şeyi bilmiyorum, siz gördüğünüz kadarından varsayıyorsunuz." Dedikleri bir bir aklımda yer edip içimi acıtırken, onun hakkında bu kadar tez hükümlü olmak pişman etmişti beni.

Hüzünlü bir ağırlığın omuzlarımı çökertmesiyle istemsizce derin bir nefes verdim. "Ben bilmiyordum..." diyebildim sadece. Kezâ daha ne diyebilirim bilmiyordum da.

Bana baktı bir süre, bir şey demek istiyor ama diyemiyor gibi bir hali vardı. Gözlerine az öncekine nazaran daha yoğun bir hüzün yerleştiğinde olabilirmiş gibi daha da indi omuzlarım.

Neden öyle bakıyordu bilmiyordum fakat, bakışları öyle içe dokunuyordu ki bir an için ona sarılmak dâhi istemiştim. Küçük bir çocuğun kaybolan oyuncağına duyduğu hasret gibiydi. Öyle masum ve içten.

"Çekinme komutan, sen bana tez hüküm verdin, bilmeden atıp tuttun de. Ama böyle susup beni kendi vicdanıma bırakma. Çünkü ben senin için öyle tez hüküm verdiğim için pişmanım." dedim bir şey demeden öylece bana bakan adama karşı. Yüzü bir an için tebessüm edecek gibi olsa da başını eğdi.

Boğazını temizleyerek yeniden bana döndüğünde, gözlerindeki hüzün de dağılmış yeniden duvarlarını örmüştü.

"Hadi, gidelim." Dediği sırf iki kelime olurken, zorlamadım. Hatamı biliyordum, bir de gelip adama, her şeyi bir tek sen biliyorsun değil mi! demiş yersiz bir münakaşaya itmiştim. Ne yapsa haklıydı ki, bir şey de yapmış sayılmazdı.

Onun arkasından ben de sakince arabaya bindiğim vakit, "İnsanların başına yeniden bu felaket gelsin istemiyorum sadece. Sana kızgın değilim, ya da dargın. Daha iki haftadır buradasın, bilmemen normal." dediğinde içimi rahatlatmak için diyor oluşuna karşı istemsiz buruk bir tebessüm kapladı yüzümü.

Arabayı çalıştırıp bana yandan bir bakışla baktığında, yüzümdeki tebessüme bakarak gözlerini çekti. "Sen iyi bir adamsın komutan." deyiverdim birden. Dediklerim beni şaşırtırken, onu da şaşırtmış olacak ki kaşlarını kaldırdı.

"Hani zır deliydim ben? Ne oldu?" dedi kinayeyle. Ondan böyle bir dönüt beklemediğim için bir an boş bulunup kahkaha attım. Ben kendimi dizginlemeye çalışırken, o da benim gülmeme karşı kendini gülmemek sıkıyor,  kaş çalıyordu.

"Ben deli değilsin demedim ki?" dedim gülüşlerime ara vererek. Kaşları bu kez sahiden çatılırken, ben hala sırıtıyordum. "Bir komutana alenen deli diyorsun?" dedi tehdit vari bir şekilde tonladığı sesiyle.

"Çünkü öylesin." dedim direterek. Neden bilmiyordum ama onunla böyle atışmak itiraf etmesi zor da olsa hoşuma gidiyordu. Durdu, bir eli direksiyondayken, alt dudağını yaladı güldüğünü gizlemek adına.

Bana döndüğünde, merakla baktım mavi gözlerine. "Bakkalda alacaklarını unutan ben değilim, sensin Hasan." dediğinde utançla yerime sindim. O benim bu hâlime bakarak sırıtınca, yerimde rahatsızca kıpırdandım.

"Unutmadım, alacaklarımdan önce gelip göreyim dedim komutan." diyerek kendimi kurtarmaya çalıştığımda, "O kadar endişelendirdim yani seni? Alacaklarını bile sonraya erteleyip geldiğin yolu geri döndüğüne göre..." diyerek bana imâyla baktığında iyice battığımı anlayarak başımı camdan tarafa çevirmeden, "İnsanlık edelim dedik. Sen ne anlarsın?" deyip cama döndüğümde gelen gülme sesine dönüp bakmadım bile.

Çok utanmış ve mahcup hissediyordum şu an.

MADEN [bxb]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin