sabahın ayazı ruhumu kesse de arka bahçemdeki salıncakta dizlerimi kendime çekmiş güneşin yavaş yavaş yükselişini izliyordum. uyku tutmamıştı, sebebini bilmiyordum. belki uzun zaman sonra yerimi yadırgadığımdandı, belki fazla düşünmektendi. bir şekilde uyuyamamıştım işte. sebebi önemli değildi.nereden çıkıp geldiğini anlamadığım sarı yavru bir kedi kucağıma zıpladı. çok sevimliydi, burnunun üstü, göbüşü ve patileri beyazdı.
"nereden çıktın geldin böyle?" parmaklarımla kafasına masaj yapmaya başladığımda iyice kuruldu kucağıma, gülümsedim.
"seni seçti" minho hyung'un sesi beni yerimde sıçratırken bakışlarımı yavru kediden kaldırıp ona baktım. yüzü şişti ve saçları birbirine karışmıştı. yataktan kalktığı gibi geldiği belli oluyordu. yanıma oturup işaret parmağıyla kedinin küçük patilerine dokundu.
"bakamam ki ben" derin bir nefes verdim. "tokyo'ya geri döneceğim birkaç güne"
"ben senin için bakarım, geldiğinde sen bakarsın" kediyi kucağımdan alıp göbeğini sevmeye başladı. kedi biz onu sevdikçe mayışıyordu.
"bence seni de sevdi." gülüp kafasını salladı, sonra gülümseyerek bana döndü. "uyku tutmadı mı? erkencisin."
"bilmiyorum, uyuyamadım bir türlü"
"ben de" kafasını omzuma yasladığında derin bir nefes aldım. yavru kediyle oynarken gözlerinin içi gülüyordu. duygu filizleriyle yeşillenen kalbimi dizginlemeye çalıştım. bir insan ne kadar aptal olabilirse o kadar aptaldım belki de. ne zaman minho hyungla baş başa kalsak küçük, heyecanı içine sığmayan bir çocuk gibi hissediyordum kendimi çünkü. evet, çok kızgındım çok kırmıştı beni. ama herkese verdiğim ikinci şansı ondan esirgeseydim bir şey kazanmayacaktım. hatta kaybedecektim belki de. bir şans daha verseydim her şey farklı olur muydu diye düşünmekten kendimi yiyip bitirecektim. biliyorum.
"ne koysak ismini?" kedinin burnuna dokunup parlayan gözlerini benimkilere çıkarttı. dudak sarkıttım bilmiyorum dermişcesine.
"soonie koyacağım galiba" güldüm, beğenmiştim.
"kahvaltı hazırlayım ben" dedi minho hyung ayaklanarak. "dolapta yiyecek bir şeyler var mı ki?"
"dün yol üstünde uğramıştık" kafamı sallayıp ben de ayağa kalktım. "ben soonie'ye mama almaya gideceğim markete, eksik bir şeyler varsa ararsın hyung"
"tamam" kucağındaki soonie ile içeri girdi minho hyung. terliklerimi ayağıma geçirip yürümeye başladım. çok yakın olmasa da çok uzak da değildi market.
yol üstünde burnuma dolan tanıdık feromonla duraksadım. birkaç metre ötemde yürüyen yuqi'yi görmeyi beklemiyordum doğrusu. seungmin birkaç ay önce aradığında onun evlendiğini söylemişti ama kiminle evlendiğini bilmiyordum. adımlarımı hızlandırdım. o da markete giriyordu. aslında geri dönmeyi düşünmüştüm ama market arabası almak için arkasına döndüğünde o da beni gördü. yüzündeki sırıtışa karşılık kaşlarımı çattım.
"kimleri görüyorum" dedi alaycı bir tavırla. onu görmezden geldim. dün mezuniyette görseydim birkaç kelimemi de onun için sarf edecektim ama pek iyi şeyler olmayacaklardı. iyi ki yoktu o yüzden.
"ben seni hiç görmemiş olmayı dilerdim" homurdandım. güldü. "hayırdır, neden birden geri dönmeye karar verdin?"
"sana ne yuqi?" dedim sinirle. "işine baksana"
"işime de bakacağım ama seninle uğraşmak daha cazip geliyor şu an"
"dikkat et de ben seninle uğraşmaya başlamayım" soğuk bir sesle konuştum. "emin ol bunu istemezsin"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
those eyes, minsung (✓)
Fanfiction[omegaverse] jisung, minho'nun gözlerine bakmaya devam ederse işlerin yokuş aşağı gideceğini ve bunun geri dönüşünün olmadığını biliyordu. ama o gözlerinin içine bakmaya devam etti.