Basket

267 58 41
                                    

(Jisung)

Mun-Hee okulda ruh gibi geziyordu. Kimseyle konuşmuyor, kimseye bulaşmıyordu. Normaldi. Ne de olsa sevgilisini kaybetmişti. Her ne kadar kişiliğinden hoşlanmasam da ve aramız kötü olsa da bu durumda bunlar önemsizdi. Ortada bir can vardı. İnsanlık önemliydi şuan, bizim kavgalarımız değil. Bu yüzden tabii ki onun için üzülüyordum. Yine de ihtiyacı olan bir şey olursa yardım ederdim.

Son gelişmelere gelecek olursam; polisler yine okuldan bazı kişileri sorguya almışlardı. Bu ortamı daha önce maalesef ki yaşadım. Nasıl hissettiklerini anlayabiliyorum.

Beden öğretmenleri, o ders ve o dersten önce ve sonraki dersi beden olan öğrenciler, Hae-Woo'yu görüp hocaya haber veren öğrenci ve o saatte dersi olmayan bütün diğer hocalar ifade vermişlerdi. Ama bu sefer kimseyi tutuklamadılar. Açıkça belli oluyor ki daha kimin yaptığı bulunamamıştı. Her kim varsa bu işin arkasında çok temiz çalışıyordu anlaşılan.

En kötüsü de, şuan bir katille aynı okuldaydık. Belki kantindeki sırada arkamızdadır, belki daha önce konuşmuşuzdur, yanımızdan kaç defa geçmiştir kim bilir, belki de aynı dönemizdir, ya da kim ne bilir aynı sınıftayızdır.

Sırları kimin açıkladığı da belli değil. Hala. Tahtadaki o yazı olayı da. Her şey koca bir soru işareti. Hiçbir şeyin cevabı yok ve her şey belirsiz.

O hoparlörden benle ilgili o şeyi duyduğum an ayaklarımın bağı çözüldü. O an yığılabilirdim oraya. Bir de Mun-Hee'nin suçsuzmuş gibi üste çıkmaya çalışması daha da zoruma gitti. Bu işin arkasında her kim varsa artık bulunmalıydı.

Neyse ki onlar vardı. Onlar olmasa bu kadar çabuk toparlanamazdım. Diğerleri bahsetti mi bilmiyorum ama hoparlör olayını hemen ailelerimize anlattık ve ailelerimiz okula gelip müdür ve müdür yardımcıları ile konuştu. Okulun da ne olduğunu bilmediği için eli ayağı bağlıydı. Kimsenin yapacak bir şeyi yoktu. Ama ailemiz en ufak bir görmezden gelme ve umursamama konusunda hiç çekinmeden şikayetçi olacağını net ve kesin bir dille belirttiler. Belki öylesine söylediklerini sanabilirlerdi ama avukat olan Minho Hyung'un babası oradayken ciddi olduklarını anlamışlardı.

Minho Hyung'un anne ve babası avukatlardı. Çok tatlı bence. Hatta Minho Hyung bazen bize bunun şakasını bile yapardı. Bir keresinde Seungmin, Minho Hyung'un çikolatasının tadına bakmak istemişti ve Minho Hyung da -her zaman ki gibi- bulaşmak için izin vermedi. Seungmin de elinden çikolatayı kapıp kaçmıştı. Sonra da "Aa, hırsız! Bak annemi arattırma bana!" diyip Seungmin'i kovalamaya başlamıştı.

Bir keresinde de Felix ve Hyunjin performans ödevinin süresinin bir hafta mı yoksa iki hafta mı olduğu üzerine tartışıyorlardı. Minho Hyung da "Of ne bu tantana? Kavga ediyorsanız boşanın, babam halleder iki dakikada. Geçerken uğrarız." diyip tartışmalarını durdurup bizi gülme krizine sokmuştu.

İşte.

Haftasonuydu. Ben de babamın iş yerine yani eczanesine gelmiştim. Arada yardım ediyordum sıkılınca da eczanenin yakınındaki basketbol sahasına gidiyordum. Gidince de çocukları çağırıyordum. Şimdi de aynen bunu yapıyordum.

İlk Hyunjin'i aradım.

"Alo, Hyun."

"Efendim."

"Basketbol sahasındayım. Hadi gelin. Diğerlerine sen haber versene, üşendim şimdi altı kişiyi tek tek aramaya."

"Emrin olur paşam."

"Tabi emrim olacak. Hadi."

"Of Jisung! Bu ne oğlum? Okulda görüyoruz zaten birbirimizi. Ben zorunda mıyım her gün seni görmeye?"

"Aa! Çok kalbim kırıldı. Sen bizden sıkılıyor musun Jinnie? Şuan... Şuan çok duygusalım. Ne varmış benim güzel yüzümde?"

"Özel gününde misin aşko?"

İkimiz de gülmeye başladık.

"Şaka yapıyoruz be. Çok alıngansın Jisung valla. Günün geldiyse söyle gelirken çikolata alayım." diyip yine kahkaha atmaya başladı.

"Yok aşko ya. Değilim ama çikolata alabilirsin tabii ki."

"Fırsatçı."

"Ne sandın? Hadi neyse. Geç kalma."

"Emredersin paşam."

"Emrediyorum zaten."

Gülüştük ve telefonu kapattık. Aşırı gülüyorum Hyunjin'in şakalarına.

Diğerlerini beklerken telefonda takıldım biraz. Takılırken okulun internet sitesine girdim merakıma yenik düşüp. Aslında hoparlör olayından beri daha da etkilenmemek için girmemeye söz vermiştim bizimkilere ve kendime ama dayanamadım.

Tam siteye girip yeni atılan şeyleri okuyacaktım ki biri elimden telefonu çekti.

"Sözün var bize Ji."

Felix'ti.

"Zaten bakmayacaktım. Bir anlığına merak ettim." dedim.

"Boşver, hiç bakma. Zaten saçma sapan şeyler yazanlar yok, olsaydı icabına bakardık." dedi Chan Hyung.

Gülümsedim samimice. Teşekkür ettim. İçimden. Bunu hep yapardım.

Sonrasında duygusallığı bırakıp oynamaya başladık. Takımlara ayrıldık ve maça başladık.

"Hayır Jeongin küçüksün diye joker olamazsın."

"Ama Jisung Hyung ya!"

...

Çekişmeli bir maçın ardından berabere şekilde maçı bitirmiştik. Ayrıca hepimiz yorgunluktan sahanın bir yerlerine yığılmıştık.

"Abi zorlasam atardım bir tane daha." dedi Changbin Hyung.

"Uza da sen önce bir. Atarsın sonra." dedi Minho Hyung.

"Minho Hyung, kaşınıyorsun cidden." dedi Jeongin.

"Bu çocuk gitsin ya." dedi Changbin Hyung.

"Sus, abiye karşı gelinmez." dedi Minho Hyung.

Hepimiz gülmeye başlamıştık. Biraz daha sohbet edip hepimiz evlere dağılmaya karar vermiştik çünkü hepimiz yorgunluktan ve terden ölüyorduk. Vedalaşıp yolun bir kısmını beraber yürüdük ve sonra dağıldık.

Eve gelip hemen duşa attım kendimi. Duştan çıkıp adımlarım mutfağa gittiğinde ne kadar acıktığımı fark ettim. Annem ve babam daha gelmemişlerdi. Aa, gerçi onlar bu akşam bir iş yemeğine katılacaklardı. Babam erken çıkacağını söylemişti zaten bana ben yanındayken. Annemin de nöbeti olmadığı için erken çıkıp gitmişlerdir.

Ev bana kaldı!

Sadece Eğlence İçin | SKZ'Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin