09. Lop

16 3 4
                                    

O çıkmazdan kurtulduklarında, Ercan arkasını döndü ve Derya'dan biraz uzaklaştı. Düşünmeye ihtiyacı var gibi görünüyordu. Ama Derya, onu rahat bırakacak gibi değildi. Bir kaç dakika önce Ercan'ın daha önce görmediği bir yüzünü tanımıştı ve bu da onu hiç iyi hissettirmemişti. Üstelik Ercan sağ olsun bileği de çok fazla acıyordu.

"Size teşkilatta ne öğretiyorlar bilmiyorum, ama muhatap olmadığın bir kadının bileğini sıkıca kavrayamazsın. Üstelik buradaki patronun sen olduğunu bilmiyordum. Daha başka girmemem gereken yerler varsa söyleyin ki dikkatli olalım polis efendi."

Ercan, Derya'ya tekrar dönüp bir kaç adım yaklaştı. Daha sakindi, ama şaşkındı da ve nedense elleri titriyordu. "Ben..." dedi. "Ben özür dilerim. Öyle demek istememiştim. Sadece çok korktum. Ve de çok soğuk, çok..." Bir an gözlerini evin ardındaki o karanlık duvara kaldıran Ercan, sonra hızla başını salladı. "Buradan... Buradan gidelim. Bundan hiç hoşlanmadım."

Derya'da bundan hiç hoşlanmamıştı. Ne yapacağını o da bilmiyordu, ama Ercan'a körü körüne güvenmenin çok da doğru olmadığını o duvarın ardındayken daha iyi anlamıştı. Belki o kalp sesi ya da başka bir şey bunu ona fısıldamıştı.

"Tamam." dedi, Ercan'ı pek de memnun etmeyen bir öfkeyle... "Git. Ben de gidiyorum. Ama seninle değil. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var. Peşimden gelme!"

Derya, Ercan'ı ardında nasıl bıraktığını merak etmeden adımlarını hızlandırdı ve Japon Gülü'nün bir canavarın midesini andıran çarşısında kayboldu. Bu sefer yalnız olması onun daha da temkinli yürümesini sağlamıştı ve böylelikle bazı tuhaf şeyler de onu rahatsız etti.

Orada olmayan biriyle öpüşen bir kız gördü. Bir defa da yanından bisiklet süren maymunlar geçti. Maymunların kovboy şapkaları ve kareli gömlekleri vardı.

Bir vakit siyah bir kedi, ona bir şeyler demek istercesine baktı. Konuşamıyordu tabi, ama kedinin anlındaki de dâhil tam üç kulağı vardı. Bu da ardında sevimli bir üçgen gölge bırakıyordu.

Sonra bulutların üzerine binen insanlar gördü ve güneşe baktığında onun aslında devinen ve etrafını kolaçan eden koca bir göz olduğunu gördü. Bu göz, baktıkça kendisine çeken bir güce ve tüyleri diken diken eden bir dehşete sahip olduğu kadar da insanı ısıtan bir güzelliğe de sahipti.

Takım elbiseliler bir siyah kedi ordusunu kovalıyordu ve çıkardıkları sesler tuhaf bir melodiye sahipti, ama anlaşılmıyordu.

Derya, bir ara caddede karşıdan karşıya geçen yayaların peşine takılmak zorunda kaldı, ama burada tuhaf olan arabaların da geçmeye devam etmesiydi. Hiç kimse bu tuhaf duruma aldırmıyordu. Derya, bir şekilde kendisini kurtarmıştı, ama üzerinden araba geçen insanlar ilk önce yola bir kâğıt gibi yapışıyorlar ve sonra da tekrar ayağa kalkıp ince bir karton gibi yürüyorlardı.

Karıştırılmış unla kakaoyu bir toz halinde insanlara dağıtan bir seyyar satıcı gördü. Herkes mutlu bir şekilde ve her nasılsa ondan kaşık kaşık yiyor, ağızlarına alıp birbirlerine püskürtüyorlardı.

İnsanların arasında yadırganmadan gezinen iri yarı böcekler ve haşereler gördü. Ayrıca yol kenarına sıralanan insanlara masaj yapan hayvanlar da gördü. Toynak ve pençeleriyle onların sırtlarında yara açıyorlar, ama kan akmıyordu.

Sonra yüzlerce basamaklı uzun ve ince bir demir merdivenin göğe dek uzandığını gördü. Dikkatli bakıldığında onun sonunda bir çeşme vardı ve aşağıda sıraya girmiş insanlar teker teker çıkıp orada ellerini yıkıyorlar, çeşmeden akan kirli sular da şehrin bir bölgesine yağmur olarak iniyordu. Eğer sabunun köpüğü fazla olursa kar da yağıyordu. Ellerini yıkayan insanlar ise daha sonra o metrelerce yükseklikten atlıyor ve onlar yere düşünce sessiz ve de zararsız bir yıldırım gibi patlayıp etrafa ışık saçıyorlardı.

Bu sırada bir başka köşede bulutlara asılmış salıncaklar, yere doğru uzanıp da önce ona binmek isteyen birini bekliyor, sonra biri binerse onu bir anda yukarıya çekiyor ve bir süre sallayıp şehrin bir başka köşesine fırlatıyordu. Ayrıca bir dönme dolap bir yerlerden kopmuş gelmiş gibi başıboş halde şehrin etrafında dolanıyor, içindeki insanlar çığlık atsalar da birbirlerinin üstüne düşüp de tepe taklak oldukça eğleniyor görünüyorlardı.

Bir gölün üstüne yapılan pek de sağlam olmayan bir evi yaparken her önüne gelen bir taş koyuyor ve onu yükseltiyor, öylesine yapılan ev suyun üstünde temelsiz yapıldığı için de güçsüz kalıyor ve tekrar yıkılıyordu. Ancak millet umursamadan ve eğlenerek onu tekrar tekrar dikmeye devam ediyorlardı. Hatta bir ara birisi de onların pes etmeyen bu ısrarcı hallerine bakakalan Derya'nın eline bir tuğla tutuşturdu. Derya, ilk önce çekinse de sonra ortamın çekiciliğine kendini kaptırdı ve serin suyun içine beline kadar girip binanın bir köşesine taşı koymak istedi. O koymadan önce taşın iki yanından ayakları çıktı ve Derya'nın çığlığına aldırmadan fırlayıp kendini bir köşeye oturtturdu. İnsanlar bu şekilde binayı dikerlerken de bir şarkı dillerine dolanmış bağırıp duruyorlardı.

Şans eseri! Şans eseri! Şans eseri, diye bir şey yok!

Her şey ortada! Her şey gerçek! Sensiz olmaz, diye bir şey yok!

Sonra bina tekrar yıkıldı, ancak bu sefer Derya yakınında olunca tüm sarsıntıyı en derininden hissetti. Ama nedense korkmak yerine diğer insanlar gibi neşeli hissetmişti ve sıçrayan sular altında ıslanmak ona bir süre de olsa iyi geldi. Suya düşen tuğlalar ise bu sırada birer balığa dönüşüp ortadan kayboldular.

Bu sırada sarsıntıdan dolayı yanında bulunan şişmanca iri yarı bir adam da suya düşünce Derya, hemen onu kolundan tuttuğu gibi kaldırdı. Adam, teşekkür edip yoluna devam etse de Derya şaşkındı. Çünkü adam göründüğünden daha hafifti ve onu tutarken sanki yastık tutuyormuş gibi hissetmişti. Kendi avuçlarına bakakalan Derya, tüm bunlara ne zaman alışabileceğini asla bilmiyordu. Yaşadığı dünyada olsa belki... Ama burada, Japon Gülü'ndeyken her defasında gördükleri daha da inanılmaz bir hal alıyordu. Beyni ve iç dünyası ve belki de dedikleri gibi dışardan gelen bu tanınmadık yabancı ruhlar... Aslında o kadar da kötü değildi...

Daha sonra yoluna devam etti ve şişman kadınların seksi bulunduğu afişlerle karşılaştı. Hatta bir vakit de bir grup insanın kafesteki bir kuşa secde ettiklerini gördü. Tanrılarını tutsak etmek her nasıl bir mantık ise Derya merak etmek istemiyordu.

Bir ara bir sokağa saptı ve ayağının altından yuvarlanan ufak yıldızlar etrafa kaçıştı. Derya'nın önünde uçuşan renkli toz parçacıkları da ona sanki bir yönü işaret ediyorlardı. Derya, daha önce görmediği ve tanımlayamayacağı renklerle bezenmiş bu parçacıkları takip etti. Sokağın bitiminde karşısına yine o beyaz ev çıktığında, parçacıklar kayboldu. Japon gülleriyle pencereleri süslenmiş olan beyaz ev, Derya için hiçbir şey ifade etmiyordu, ama eğer bir cevap arıyorsa edeceği de kesindi.

Ve o anda yan sokaktan bir ses duydu. Bir adam ve bir kız konuşuyorlardı. Derya, onları duyabilmek için biraz daha yaklaştı. Siyah takım elbisesinin içindeki adam, düğüne gidecekmiş gibi şık ve de bakımlı görünüyordu. Yanındaki kız ise yerlere kadar dökülen kıvırcık sarı saçlara sahipti. Bu tuhaf ikili Derya'nın yaklaştığını fark etmediler.

"Dişleri fırçalama konusunda biraz beceriksizim." dedi adam. Yüzü Derya'nın anlayamadığı bir solgunlukla çevrelenmişti ve o kadar zayıftı ki iskeletinin elmacık kemikleri çıkmış, yanakları içinde sanki birer çukur olup kaybolmuşlardı. Ercan bile bu kadar zayıf değildi.

"Sen nasıl güçlü olabilirsin ki?" diye sordu kadın.

Adam gülümsediğinde, Derya onun dişlerinin olmadığını ve hatta orada hiçbir şey olmadığını gördü. Ağzının içi sonsuz karanlık bir delik gibiydi. Ona yakışmayan bir gülümsemeyle de kadına "Görmek ister misin?" diye sordu. Kız, başını olumlu bir cevapla salladığında adam "O zaman öp beni." dedi.

Derya, daha fazla izlemek istediğinden emin değildi. Ama o anda ayaklarının geri yürümesini engelleyen bir şey oldu. Adam, kızı öylece çekip yutuverdi ve kız, sanki ufak bir şeymiş gibi onun ağzında kayboldu ve adam da keyifle gülümsedi.

"Hım... Fena değil..."

Derya'nın daha önce fark etmediği kendi gibi karanlık diliyle de olmayan dudaklarını ıslatıp yalandı.

JAPON GÜLÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin