22. Soğanilik

7 2 0
                                    

Derya, irkilerek atıldı ve yanına konan şeyin neredeyse üç metre uzunluğundaki ince ayakları, bir metre uzunluğunda da ince gagası olan kar beyaz bir leylek olduğunu gördü. Artık buradaki tuhaf şeylerin konuşması onu şaşırtmıyordu, ancak sadece bir ürpermişti.

Leylek, iyice eğilip sarıgözlerini Derya'nın yakınına getirdi ve onu keskin bakışlarıyla daha da ürpertti.

"Seni götürmemi ister misin?" Sesinde, dünyaya ait olmayan güçlü bir tını vardı.

Şaşırmış ve yorgun Derya'dan olumlu ya da olumsuz bir cevap beklemeyen sarıgözü leylek, onu yakasından tuttuğu gibi şelaleden uçurup dağların arasından götürdü ve düğün bahçesine atıverdi. Düğün bahçesine düşen Derya, oldukça kabarık mı kabarık, tüylü ve de parlak beyaz bir elbise içinde buluvermişti kendini... Gelin gibi görünüyordu! Eğer bu jesti ona leylek yaptıysa, ayakkabılarının olmamasına pek de şaşırmadı.

Burnuna güzel kokular gelen Derya, az önceki onca yaşadığı şeye rağmen bir anda beliriveren açlığına engel olamadı ve ilerdeki açık büfeye yaklaştı ve orada ilk olarak düğün pilavının üzerine dökülmüş kavrulmuş iri et parçaları ilgisini çekti. Korkudan mı, yorgunluktan mı, artık kontrol edemediği daha önce tecrübe edilmemiş duygulardan mı, heyecandan mı, bıkkınlıktan mı bilinmez; nedense bu açlık, onu bayıltacakmış gibi kuvvetliydi. O kadar açtı ki tüm midesi ona tüm masayı yemesi için yalvarıyordu ve ağzına bir parça et attı. Ancak onu birkaç çevirmeden sonra çiğneyemediğini fark etti. Et, ilk önce tuhaf hissettiren bir sakıza, sonra da plastiğe dönüşmüştü. Ve o koca plastik büyüdü, büyüdü, büyüdü, tüm ağzını ve hatta boğazını bir balon gibi kapladı. Boğulmadan önce içi bulanan Derya, onu tekrar çıkardığında gerçekten onun dünyadakilerden bile daha sert bir plastik balona dönüştüğünü gördü. Şimdi masadaki diğer tüm yiyecekler de plastik birer oyuncaklardı. İçecekler bile bardak içinde bütünleşmiş, renkli, sert oyun hamurlarını andırıyorlardı. Derya, ortam daha da fazla tuhaflaşmadan önce –ki hep öyle olurdu- sakinken uzaklaştı ve salonu terk edip sokağa çıktı.

Salondaki ışıltı, müzik, kalabalık, hoşsohbet ve kahkahanın aksine sokak zifiri karanlık, sessiz, terk edilmiş ve tıpkı Derya gibi yorgundu. Derya, sürünen kabarık elbisesini zor da olsa taşıdı ve bulabileceği en normal köşeyi, bir sokak arasındaki merdiven aralığını bulup oturdu. Japon Gülü'nün bu akıl almaz yorgunluğundan ötürü kimse fark etmeden önce biraz dinlenebilirdi değil mi? Bu hakkıydı değil mi? Derya, derin bir nefes aldı ve üzerinden kirli merdivenlere akan beyaz gelinliğe baktı. Bir de tüm yorgunluğunun üzerine... Hiç de modunda değildi hani...

Onu değiştirebilir miydi acaba? Evet, evet deneyebilirdi.

Derya, önce şöyle rahat bir eşofman düşündü. Böyle filmin karşısına mısırını alıp izlemelik olanlardan... Olmadı. Sonra kırmızı kirazlı beyaz bir pijama düşündü. Olmadı. Bir pantolon ve bluz? Yok, olmadı... Daha sade bir elbise? Neden? Derya, tüm gücüyle odaklandı, ama o ne kadar uğraşsa da gelinlik sessizce karanlıkta parlamaya devam etti.

Bu kabarıklıkla sonraki yaratıklarla nasıl baş edeceğim? Tanrım... Sonraki yaratıklar mı?

"Off..." Başını ellerinin arasına alıp da düşünen Derya, bu düştüğü vaziyetten nasıl kurtulacağını, burada adam akıllı kime güveneceğini ve nereye gideceğini düşündü. Hiç bilmiyordu. Öldü mü kaldı mı o da belli değildi. Belki biraz uyusaydı dünyadaki gibi kendine gelebilirdi, ancak o da yoktu.

Peki, ne yapmalıydı?

"Ne yapmalıyız?"

"Ah!"

Sokak aralığından aniden başını sarkıtıp da cırtlak bir sesle meydana çıkan bir genç kız, Derya'nın çığlık atıp da gerilemesine sebep oldu.

"Ah olmaz! Seni korktun prenses? Tüm bunların sefili bu korkunç şehir ilinden değil mi?"

Genç kızın saçları iki yanından çocuk gibi kırmızı kirazlı tokalarla bağlanmış, gözlerinin altından boynuna siyah dövmelerle çizgiler çekilmiş, oldukça kırmızı bir rujun aksine pembe lensler iri gözlerine yerleştirilmiş, yanaklarına farklı renkte hayvan emojilerinden oluşan çıkartmalar yapıştırılmıştı. Pembe rujlu, yine hepsinin aksine beyaz dantelli mavi elbiseli, kırmızı topuklu ayakkabılı ve belinde de saçma bir şekilde sabitlenmiş irice yeşil su tabancısıyla Derya'nın karşısında duruyordu. Kombininin akıl almaz kafa karıştırıcılığının dışında, oldukça neşeli ve bağırarak konuşan ve tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi görünen genç kız, anlaşılan kelimeleri düzenli seçmekte de pek başarılı değildi.

"Seni çok patakladılar değil mi? Japon Gülü'nü bir makarna olsa belki yerdin. Ama böyle uzaktan krem şantili pastalara benziyor ve ben acı sevmem."

"Ha?"

"Ah! Oldukça kafanı kulaçladım değil mi?"

"Kulaçlamak?"

"Neyse boş gel! Benim sanım Safinaz prenses! Senin sanın nasıl?"

Derya, bir süre onun cümlelerini mantıklı olanlarına çevirmeye çalışsa da ne dediğini anlamaya başlıyordu. "Derya..."

"Ah! Toprak gibi mi?"

"Hayır, deniz gibi..."

"Evet, evet, biledim! Toprak da denizden değil midir zabıt?"

"Sanırım..."

"Ne derse! Boş gel!"

Derya'nın kolundan tutup da onu aniden kaldıran genç kızın parfümü de kendi kadar kafa karıştırıcıydı ve neşe saçıyordu. Keskin bir kiraz kokusu Derya'nın burun deliklerini neredeyse ele geçirdi. Bir kiraz bu denli kokar mıydı ki?

Ah, şu hayal ettiğim kirazlı pijama... Yanlış mı hayal ettim? "Beni nereye sürüklüyorsun?"

"Ah izleminizi almadım prensip hanım!"

"Prenses..."

"Ah evet, prensli hanım!"

Derya, onunla ve kelimeleriyle uğraşmak istemediği için kolunu kurtardı. Yeterince yorgundu! "Beni yalnız bırak..."

Genç kız ise bir anda dudaklarını büzdü. Saçlarının ucunu saçma bir edayla oynamaya ve ayaklarını kıvırmaya başladı. "Ama ana... Bana nerden söylerdin ki? Seni bilemek istemedim. Sadece coştum. Derya'ya toprak didem... Ondan mı kızardın?"

Derya oflayıp "Kızdın, olacaktı..." dedi.

Evet, düzeltmesi gereken çok şey vardı, ama sadece bir kaç kelimesine yetişebiliyordu.

"Evet, közledin işte..."

"Ne istiyorsun?"

Genç çocuğun gözleri bir an ışıldayıp umutla ona baktı. "Sadece seninle düşman olmak istiyorsam!"

Derya, yavaş yavaş onu anlamaya başlıyor gibiydi. "Dost dedin sanırım."

"Hayır, dost kezzaptır! Düşman derdim!"

"Kazık mı demek istedin acaba?"

Kız onu umursamadan tekrar koluna dolandı ve "Hadi girdirelim! Bu Japon Gölünü boş geç! Ve bana takır! İnan çok sıkılacağız birlikte! Kulağa çok ekinli gelmiyor mu?"

"Sanırım..."

"Sadece seni resimlemeye çalışıyorum prensip! Yanlış anla! Çok bir şeyler değil. Birlikte sıkılalım istiyorum. Biraz moralini karıştırmak, ha ne dersi?"

"Orası kesin..."

"Bu sırada..." Yolda yürürlerken kolundan tutan kızın oldukça kendine yaklaştığını hisseden Derya, o susunca sağına dönüp baktı ve korkuyla geriledi.

Genç kızın gözleri fal taşı gibi, ağzı köpek gibi açılmış, üstüne salyalar akıtıyordu. "Sana çok bilezikli olduğunu söz eden oldu mu?" diye kulağının dibinde bağırdı.

Derya hemen kolunu kurtarıp geri adım attı. Anladığına göre lezzetli demek istiyordu.

Ah, hayır! Şimdi bir başkası daha onu yemek istiyordu!

JAPON GÜLÜHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin