Derya, odadan geri çıktıktan sonra sadece ilk salona geri dönmek istemişti. Ama fazla karanlıktan mıdır, nedir o odayı tekrar bulamadı. Ve bu sefer, bu uzunca koridor da oldukça sessizdi. Yürüdü, yürüdü ve bir kaç farklı koridorda daha yürüdü. Daha sonra ilk odaya benzer bir kapıyla karşılaşınca, odasını bulduğunu düşündü ve girdi. Ancak bu sefer karşısında diğerlerinden daha uzun bir koridorla karşılaştı. Daha uzun ve daha inceydi. Ve sanki yürüdükçe de koridor kendiliğinden katlanıyor ve daha da uzuyordu. En sonunda bir merdiven aralığına denk geldiğini sanan Derya, bir an heyecanlanıp sevinecekti, ancak gördüğü şey sadece merdivenlerin bir halı, iri bir perde gibi katlanıp bir bir uçuşarak tavanda üst üste yığılmalarıydı. Onları çıkıp da kat değiştirmek de mümkün değildi. Sanki koridorun sonu bir şekilde merdiven katlarından oluşmuş bir deniz dalgasını andırıyordu.
Derya, çaresizce koridoru tekrar döndü ve baştaki kapıdan çıkıp bir önceki koridora tekrar geçti. Aralık kapıdan geçer geçmez de bir zincir şıkırtısı duyuldu ve garip bir ses "Bunu da hallettik." dedi.
Derya, sesin geldiği tarafa yani sağına doğru bakınca duvardaki bir normal tabloda belirsiz bir insan silueti ile onun hemen omuzunun üstünden bakan karanlıkta delici çift bir gözle karşılaştı. Biraz daha bakarsa sanki o itici gözler, devinip kırpışacaklarmış gibi hissetti ve bu yüzden de kafasını çevirip yoluna devam etti.
Sonra onun bir yanındaki tabloda kocaman harflerle "SOĞUK." yazıyordu. Bu, ona birilerini hatırlattığı için Derya, tekrar diğer tabloya geçti. Bu sefer çok masum bir renklendirmeyle toprak altında uyuyan bir güzel prenses gördü. Pespembe elbisesi etrafına yayılmış, toprakla bütünleşmiş bedeni hiç bozulmadan canlı kalmıştı. Derya, biraz daha oyalanacak olsa onun nefes alıp vermesini ensesinde hissedecek gibi oldu ve bu yüzden de öbür tabloya adımladı. Bu seferki o kadar şirin değildi ve hatta o kadar dehşet vericiydi ki Derya, oyalanmadan bir diğerine geçti. Bu oyalanmak istemediği resimde tüm vücudu ışıkla kaplı camdan bir robotun akıl almaz korkunç gözleriydi. Bu gerçekçi bakışlar o kadar korkunçlardı ki sanki birer el, onlara çizik atmış gibiydi ve o çiziklerden süzülen ışıklar da koridorun karanlığına yansıyordu.
Bir diğer tabloda ise bir yazı "Burası Ölüm Dünyası" yazıyordu ve altında da boş bir karanlıktan başka bir şey yoktu. Sonraki duvarda bu sefer tablo değil, bir küçük dolap bulunmaktaydı ve içinde de bir açık lamba konulmuş, ancak üstünde bulunan yüzlerce kafa karıştırıcı düğmeden de pek etrafını aydınlatamıyordu. Üzerinde ise "Dokunmak ve resim çekmek, kesinlikle ve kesinlikle yasaktır." yazıyordu.
Daha sonraki tabloya yaklaştıkça sesler arttı ve birbirine karışmış çığlıklar korkunç bir hal aldı. Uzun, sivri burunlu ve uzun sivri kulaklı, iri gözlü kelleler bir ateşte yakılıyorlar, onların bağırmasının ardından duyulan bir ses de "Buraya geleni yakıyoruz." diyordu. Derya, biraz daha yaklaşsa onlar kadar yanacakmış gibi bir sıcaklık hissetti ve hemen yanından uzaklaştı.
Bu sefer, kökleri duvarı delip de koridorda fışkırmış olan bir ağaç gördü ve kovuğunda da uyuyan ufak yavru beyaz yılanlar gördü. Derya, onları uyandırıp da başına iş açmamak için, tıpkı çocuğunu uyutan bir annenin masumluğu kadar yavaşça diğerine geçti.
Ah bu tanıdıktı! Bu tıpkı o beyaz ev gibi görünen, beyaz bir mezarlıktı ve üstünde de yine o evin penceresindekiler kadar canlı kırmızı Japon Güller'i açmıştı. Derya, bir an bu tanıdık histen içi burkulsa da anlayamadı ve öbür tabloya geçti. Bu sefer o lokantadaki onu takip eden adamın delici tanıdık bakışlarıyla yeniden karşılaşan Derya, bir an beklenmedik bir ürpermeyle irkildi. Adam, yine bir masaya elini dayayıp oturmuş, sanki Derya onu değil, o canlı bir şekilde Derya'yı seyrediyordu. Bir diğerine geçti. Bu seferki tabloda tek bir yazı büyükçe "BURADA ZAMAN KAVRAMI YOK." yazıyordu. Bir diğerinde tıpkı o yaşlı adamın küpünde gösterdiği gibi bir hastane odasında bu sefer Derya değil, bir genç adam yatıyordu. Ancak örtüsü sanki bir ölü gibi yüzüne dek çekildiği için de sadece onun sarı saçlarını görebildi ve geriden gelen rahatsız edici bir çocuk sesi de anlamadığı kelimelerle yalvarıp yakarırcasına bir şeyler mırıldanıyordu. Ama o kadar bıkkın ve öfkeli bir sesti ki bu, kurduğu cümleler de sanki birbirine girmişti ve biraz daha dinlese onu sağır edebilirdi.
Derya, bir diğerine baktığında, bir deniz kenarında kum oynayan arkası dönük bir kız çocuğu gördü ve hemen yanında da irice bir ağaç onu gölgeliyordu. Derya, gözlerini ağaçtan tekrar o çocuğa indirdiğinde sanki kız dönüp üzerine onu kucaklamak istercesine ellerini açıp hızlıca koştu, ama Derya korkup yana kaçtığı için tablo eski haline tekrar döndü. Kızın yüzünü görememişti, ama sanki bir ayna gibi de kendi yansımasına sahipti.
Bu sefer karşılaştığı tablo da onu bir kere daha şaşırttı ve kendi çocukluğunun resmini gördü. Kıvırcık saçları omuzlarında birikmiş, bir elini de açıp kaldırmıştı. Bu el sallamak gibi değil de daha çok el tutmak ister gibiydi. Derya, ona, kendisininkinden küçücük olan ama yine kendisinin olan o ele tutunmak isteyecek oldu, ama Japon Gülü'nü yeterince tanıdığı için de bir diğerine geçti.
Bu sefer normal harflerle "Dürüst olalım sen Alice değilsin, ben de şapkacı değilim." yazıyordu. Kendine has bir esprisi vardı, ama Derya'yı güldürmedi.
Bir diğer tablo, sanki pencere gibi açılmış, rüzgârı da saçları savuruyordu. Ancak tablonun çerçevesi el sürülemeyecek kadar da nar gibi kızarmış ve sıcak, tablonun dışı da aşağı doğru bilinmeyene dek giden gerçek bir uçurumla resmedilmişti. Yani Derya, resmin içine baksaydı, düşebilirdi.
Bir diğer duvarda ise bir çeşme saatine ve anahtarına benzer bir cisim, dışına sarkmış ve üzerinde de "Herhangi bir kitabın nerede olduğunu size söyleyebilir." Yazıyordu ve bir dipnot daha ekliydi. "Ancak kullanmadan önce elektrikleri kesin." Japon Gülü'nün teknoloji anlayışı da bir garipti. Bir diğer sahnede bir yatakta hasta yatıyor, başucunda da doktoru onu dinliyordu. Ancak burada garip olan hasta, hasta değil oldukça canlı, sağlıklı, güçlü ve mutlu; doktor ise bitkin, zayıf, derisi dökülmüş ve öksürür bir halde resmedilmişti. Hasta yattığı yerden de ona alaycı bir gülümseme sergiliyordu.
Bir sonraki tabloda "En güzel ahlak öğrettir." yazıyordu ve bir diğerinde de üst üste yığılmış, ama içi boş, bir yazarın iştahını kabartacak kadar da bembeyaz sayfalı defterler, tablonun dışına sarkmışlar ve hatta bazısından kopan sayfalar da süzülüp birer son bahar yaprağı gibi bir latiflikle beraber koridora doğru dökülmektelerdi. Yine pembe kanatlı bir melek, yine pespembe ışık saçan dokungaçlarıyla birlikte bir tablodan sarkmış duvarı sarmalıyordu. Derya, bir diğer tabloya geçince biraz irkildi. Bir siyah kedi boynundan zincirlenmiş oturuyordu. Derya'yı görünce de kımıldanıp "Yaşadığın dünya uyduramayacağın kadar gerçek..." dedi. Tıpkı bir insan gibi konuşuyordu, ancak rahatsız edici bir tizlikteki bu ses, sanki bir erkek sesinin kız gibi duyulması için sonradan üzerinde oynanan sesler kadar tuhaf ve de bozuk bir kaset gibi de cızırtılıydı.
Derya, bir diğer tabloya geçene kadar da kedi, kendi kendine mırıldanmaya devam etti.
Sessiz ol bak geldiler!
Bu dünya bu kadarlık dediler...
Zor çıkacak ağzından her bir kelime!
Bekli sana da selam verirler...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
JAPON GÜLÜ
Horror#theWattys2023 +18 korku öğesi barındırır. Bu kitap, yazar ve çevresinin gerçek rüyalarından esinlenilmiştir. Karakterimiz, iç dünyasının görsel savaşını verirken onu seyrediyoruz. Mantığını dünya aklıyla çözmeniz pek de mümkün olmayabilir. Ancak o...