Bölüm 22

44 1 0
                                    

Tae-jun Seul'e geri döndü ama kadın hala düşüncelerini meşgul ediyordu. Kadının şefkatli yüzü, neşeli gözleri, nasırlı elleri aklına kazınmıştı. Belki de iş yoğunluğuna gömüldüğü için yeni tanıştığı kadından bu kadar etkilenmişti.

Bay Shin'in işaret dilini nasıl özenle tercüme ettiği hâlâ zihninde canlıydı.

"Her zamanki gibi atık kağıt ve çöp toplamaya gidiyordum. Yaşlı adam... yani villanın başkanı balık tutuyordu. Öyle sanıyordum çünkü haftada iki ya da üç kez boş bir olta asıyordu. Ama aniden bir rüzgâr çıktı. Rüzgar başkanın şapkasını göle uçurdu. Bu şapka... Burada yaygın bir şeydir çünkü buna cin rüzgarı denir, ama yaşlı adam aniden şapkasını almak için ayağa kalktı. Eğer bunu yapmaya çalışmasaydı o tehlikeli noktaya basmayacaktı. Çok ani oldu..."

Adamın el kol hareketleriyle kurduğu iletişim boyunca Tae-jun'un bakışları Bay Shin'in şapkasından hiç ayrılmadı.

Bu şapka Tae-jun'a o yıl, babası gitmeden önceki doğum gününde verilmişti. Dünyadaki tek şapkaydı. İngiltere'de özel olarak yapılmıştı.

Şapka neden hala burada? Babam şapkayı yakalamak için neden nehre atladı? Hayır, o şapka neden hala ondaydı? Para yok, mevki yok, eş yok, oğul yok... ama sadece şapka.

Tae-jun'un bakışlarını hisseden Shin şapkasını çıkardı.

"Birkaç gün sonra nehir kenarından aldım."

Kendini biraz toparladığında Tae-jun bir çek çıkardı ve Shin'e uzattı. Çeki alan adamın minnettar gözlerine baktı.

Hangisinin daha kafa karıştırıcı olduğunu bilmiyordu; bu şapka yüzünden nehre atlayan babası mı, yoksa onu saklayan adam mı? Açık olan bir şey vardı ki o da onu takip eden kadının ayak seslerinin rahatlatıcı olduğuydu.

Hayatı boyunca hiçbir kadın ona onun kadar ilgi göstermemişti. Kural olarak her zaman kendisine sorun çıkarmayacak ve düzgün bir ilişkisi olan kadınları seçerdi. Düzgün bir ilişki, faydalı bir ilişki anlamına geliyordu.

Her zaman pembe ve rahat bir hayat yaşarlar balayında. Ancak balayı dönemi sona erer ermez, gerçeklik devreye girerdi. Açgözlülük, kıskançlık, sahiplenme... Bunlar tüm sorunların annesi değil mi? Sorunların ortaya çıkmasından nefret ederdi. Kim olursa olsun, nerede olursa olsun, bu kadınların tipik özelliğiydi.

Babasının kadınlarla nasıl yeterince sorun yaşadığını görmüştü. Onlardan uzak durmaya karar vermişti kadınlardan!

Ancak Myung-je Jin'in kızı bunun tam tersi gibi görünüyordu. En azından birkaç kez karşılaştıklarında öyle görünüyordu. Ama şimdi bunu irdelemenin zamanı değildi. Çünkü o kadına duyduğu ilginin yavaş yavaş azalma vakti gelmişti.

Kısa bir süre sonra Tae-jun, annesinin yönetim kurulu başkanı olduğu H Arts Üniversitesi'ndeki bir sanat merkezinin açılış törenine davet edildi.

🍂

Kore Sanat Dünyasının Mekke'si olan H Sanat Koleji, Seo soyuyla ilginç bir bağı paylaşıyor gibiydi. Şu anda annesinin yönettiği bu yer, onun da mezun olduğu okuldu. Seoin Galerisi'nin müdürü olan teyzesi Jung-hee Seo, burada Doğu resmi üzerine eğitim almıştı.

Bu kurum her yıl yarışmalarda dereceye girenler ve dünya şampiyonları çıkarıyordu,        öğrenciler çaylak sanatçılar olarak ilk çıkışlarını yapıyorlardı. Bu nedenle, Kore'deki en iyi sanat okulu olarak gurur duyulan bir yerdi.

Neredeyse altı aydır görmediği annesi hâlâ zarif ve güzel bir kadındı. Babası evi terk ettikten bir yıl sonra annesi de evi terk etti. Yüzyılın boşanmasıydı bu; tüm dünya şoktayken onun dünyası çalkantılı bir hal almıştı.

Oğlunun ölümünün ardından Başkan Jung-ho Seo, gelinine ve torununa eşi benzeri görülmemiş bir servet ve statü vaat etti. Sıradan bir kadın olsaydı, "Seoin Grubunun Gelini" olarak statüsünden memnun bir şekilde yaşardı.

Ama o, farklı nesillerden ünlü yetenekler ve eğitimciler yetiştiren bir sanat okulunun kurucusunun tek çocuğuydu. Yüksek gururlu bir kadındı, servet ya da onur takıntısı olan biri değildi. Önemsiz bir Seoin Grubu onunla nasıl kıyaslanabilirdi ki?

Sonunda annesi, büyükbabasının Seoin Grubu ile ilgili tüm haklarından feragat etmesi gerektiği yönündeki teklifini kabul ederek evi terk etti. Elbette buna Başkan Jung-ho Seo'nun tek "Seo" torunu ve bir anne olarak ayrıcalıkları da dahildi.

Tüm bunlara rağmen Tae-jun annesinin kararını ne kınadı ne de içerledi. Başından beri hata yapan babasıydı ve bundan sonra olanlar annesinin kendi hayatı için yaptığı seçimlerdi. Kendisinin bu oyunda yer almaması önemli değildi. Sonuçta, bu sebep-sonuç oyununda nihai kazanan terk edilme olmuştu.

Annesinin Seo Ailesi'nden ve kendi hayatından ayrılmasından bu yana, Tae-jun onunla yalnızca resmi ortamlarda görüşmüştü. İkisinin de isteyerek ya da istemeyerek geçemediği bir mesafe vardı. Birbirlerine söylemek zorunda oldukları hiçbir şey yoktu. Ne de olsa dünyanın en kutsal bağı olan, et ve kan üzerine inşa edilmiş anne ve çocuğu artık sadece bir kağıt parçasıyla birbirine bağlıydı: doğum belgesi.

O gün, bir dizi toplantıdan sonra ofisten erken ayrıldı. Üniversite bölgesine ulaştığında, etkinliğin yapılacağı yere doğru ilerledi. Annesini gördü, son dakika işlerini denetliyordu. Birden oğluna bir şey söylemek ister gibi ona doğru baktı. Ancak bunun bir önemi yoktu. Tıpkı annesinin oğlunu terk etmeyi seçtiği gibi, o da annesi için bir seçim yapmıştı.

Sigara içmek için sessiz bir yer aramak üzere mekânda biraz dolaştı. Yeni açılan bu sanat merkezi sanatsal bir simetriye sahipti. Binaya çok fazla özen gösterilmişti, ancak zemini de bakımsız değildi. Sanatsal canlılığın bir kanıtı olarak duran yemyeşil peyzajın etrafında dolaşırken, gözleri tanıdık bir şeye takıldı.

En göze çarpmayan köşedeki bankta oturan, kafasını eskiz defterinin derinliklerine gömmüş, narin parmakları kalemi ustalıkla kullanan, gözleri sabitlenmiş, etrafından tamamen habersiz bir kadın vardı.

Böylesine bozulmamış bir manzara aklına iki kelime getirdi...

Hye-yeon Jin.

Evet bu bölümler flashback anlatılıyor belli zaten. Az çok oturmuştur sizin kafanıza benim de bazı taşlar oturdu. Yavaş yavaş anlıyoruz olayları, o zaman ben çevirmeye devam ediyim. Oynatmayı unutmayım hoşçakalın.♥

APOLLO'S HEART (Türkçe Novel)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin