Bölüm: 2
BUĞRA:
Takip edildiğinin farkında olmadığı için rahat davranıyordum. Adımları küçüktü, onu gözden kaçırmamak için fazladan bir efor harcamama gerek yoktu. Bana Ballı Buğra derler. Aslında demezler de, deselerdi cuk otururdu.
Ondan başka hiçbir şeye odaklanamıyordum. Taşıdığım şovale eşek ölüsü gibi olmaya başlamıştı, ama umrumda bile değildi. Şu kız, tamamıyla ilgimi kendisine çekmişti. Hem de herhangi bir çabaya girmeden.
Minik adımlarla caddeden karşı karşıya geçerken peşinden ayrılmamıştım. Ormanda yürüyüş yapsam daha tempolu yürürdüm samimi söylüyorum. Güya gizli işler peşindeyiz, utanmasam mola verip kahve eşliğinde devam edecektim takibe. Bu adımlarla nasıl yaşıyordu sahi? Benim bir adımım neredeyse onun iki adımıydı. Sürekli yerle bakışıyordu. Kafasını kaldırmadan yürüyordu. Düşünceli miydi acaba?
Bacağım titrediğinde bir saniyeliğine tırssam da titreme sebebinin cebimdeki telefon olduğunu idrak edebilmiştim. Huzursuz kafamın yanında bir de 'Huzursuz Bacak' kaldıramazdım. Zor da olsa şovaleyi düşürmeden telefonu çıkarmayı başardım. Ekranda 'Bro' yazısını görünce bekletmeden aramayı yanıtladım.
"Alo?" diye seslendi abim, karizma kusan sesiyle.
"Efendim balım?" diye yanıtladım. Benim sesim onun yanında köylü gibi kalıyordu. Ama unutmayalım, köylü milletin efendisidir. Bu da Kanuni Sultan Süleyman'ın sözüdür. Genel kültür bilgim de coşmaya bayılır.
"Neredesin?"
"İz üstündeyim."
"Hangi ressamın hayatını araştırıyorsun? Picasso mu Da Vinci mi?" dedi kinayeli sesiyle. Şakacı çocuk.
"Abi gerçekten iz üstündeyim. Kızın birinin peşindeyim, o önde ben arkada gidiyoruz yirmi dakikadır. Ama cidden benim tercihim değildi. Aslında onun da tercihi değildi. Evren onu takip etmemi istedi sanırım," deyip ufaktan sırıttım. Teşekkürler evren.
"Saçmalamayı kes de söyle nerede olduğunu," dedi bıkkınlıkla.
"Dedim ya kardeşim. İşimiz gücümüz var, laf anlatamam sana şu an."
"Lan nereden çıktı şimdi bu? Sapık mısın sen?" dedi bağırarak. Bazen çok kaba bir insan çıkıyor içinden, korkuyorum. Sapığım desem ne tepki verecek acaba? Ayrıca ne alakası var, hep demezler mi yüreğinin götürdüğü yere git diye. Gidiyoruz işte.
"Ya hadi kapatmam lazım. Ara sokaklardan birine girdik. Konuşursam duyar beni falan. Rezil olmayalım şimdi."
"Oğlum anlatsa-"
"Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor. Lütfen tekrar denemeyiniz," diyip basıverdim kırmızı tuşa. Yüzüne telefon kapatılmasından hiç hoşlanmazdı. Peki sorun bakalım umrumda mıydı? Elbette hayır. Yüzüne telefon kapanınca göbek atan mı var zaten? Bu çok insani bir fobi. (Eve gidince dayak yememe duası acil.)
Sonunda bir otobüs durağında durabilmişti. O durmuştu durmasına da, benim beynim düşünmeyi durduramamıştı. Beklemekle beklememek arasında kalmıştım. Takip etmeye devam etmeli miydim? En azından yerini yurdunu öğrenseydim. Ulan aslında bana neydi elin kızının yerinden yurdundan? Bir yandan da bir daha görmezsem ne olacağını kestiremiyordum. Sağda solda aramaya çıkardım kesin. Görürdüm sonra İstanbul'un nüfus tabelasını. Sonra düşün dur. Müge Anlı da kabul etmezdi beni. Neyse madem ısrar ettiniz, devam edelim bakalım. Şimdi gözden kaçırmamam daha mantıklı olurdu, hem sıkılınca uzaklaşırdım en azından.
Durağın sağ kenarındaki direğe dayanmış ve yine gözlerini yere dikmişti. Yerle bir alıp veremediği olabilirdi. Ben de sol kenardaki direğe dayandım ve vücudumu ona döndüm. Kaç yaşındaydı acaba? İsmi neydi? Nasıl görünüyorum acaba onun hizasından? Gıdığım belli oluyor mudur? Nasıl öğrenecektim ben bunları? Öğrenip ne yapacaktım? Manyak mıyım neyim?
Düşünürken derin bir nefes alıp verdim. Bir otobüs benim arkamdaki yoldan buraya doğru yaklaşırken kafasını kaldırıp baktı. Bir anda gözlerini bana doğru kaydırdı. Göz göze geldik. Gözlerini yeniden yere indirdi ve bana arkasını döndü. Gözleri yemyeşildi.
Otobüs durağın önünde durup kapılarını açtıktan sonra yavaş hareketlerle otobüse doğru yürüdü. Herkesin binmesini bekleyip öyle kalkmıştı yerinden. Ben de hiç vakit kaybetmeden peşinden bindim. Sapığı var, uğursuzu var, kollamak lazım çevreyi.
Boş yer bakmaya çalışır gibi bir hali vardı. Ama kısa boyu buna pek izin vermiyordu. Kısa derken o kadar da yerden bitme değildi tabi, minyon denmezdi. Omuzlarımın bir-iki parmak aşağısına geliyordu. Aslında ortalama bir kıza göre uzundu da. Her neyse, benden kısaydı işte. Bir zahmet de olsun. Biz bu boyu değirmende uzatmadık. Basketbol sağ olsun.
Ve sonunda ufaklığımız için bir yer boşalmıştı. Yanında da yaşlı bir teyze oturuyordu. Ben de tam teyzenin yanında ayakta durduğum için ne konuşsalar duyabiliyordum:
"Kızım maşallah, sen ne güzelsin öyle," dedi teyze. Katılıyorum teyzeciğim. Düşüncelerimin tercümesisiniz, saygılar.
"Teşekkür ederim, o sizin güzel bakışınız," diye cevap verdi ufaklık; zümrüt gözlerini kısarak.
"İsmin ne senin?" diye sorduğunda afallamıştım. Allah göndermiş olabilir miydi bu teyzeyi?
Midemden ufak bir sıcaklık geçtikten sonra ilgilenmiyormuş gibi görünmek için telefonumu çıkardım. Meraktan şuracıkta bayılırsam çok gülerdim kendime. Yüzünü yeniden teyzeye döndü ve pembe dudaklarını araladı. Ve o andan itibaren aklımdan bir dakika bile çıkaramayacağım o ismi söyledi:
"Ezra."
İsme bakın.. Kraliyet ailesi üyesi.
Gözleri çok kısa bir tişörtüme kaydı. Bana bakacağını sanıp gözlerimi ondan çekmemiştim ama sanırım tişörtümden erkek olduğumu varsayıp kafasını kaldırmadı. Teslimiyetine hayran kalmıştım. Kafamı telefonuma indirip Google'a girdim.
Ezra.. Anlamı ne? Özü sözü düzgün olan kimse. Kökeni? Arapça. Vay be.
Hazır elim değmişken benim ismimin anlamını da arayayım dedim. Demez olaydım. Benim adım ne? Buğra. Anlamı ne? Erkek deve. Gerçekten benim ismimi koyarken ne düşündüklerini merak ediyordum. Deve. Vay anasını.Çantasını omzuna takarak bu durakta ineceğinin sinyallerini verdi. Aslında o vermedi, ben aldım. Çok kurcalamayalım oraları.
Otobüsün kapısından en son inmenin huzuruyla iner inmez derin bir nefes aldım. Ezra'nın da aynı şeyi yapması beni gülümsetmişti. Şu yersizce gülmelerim bir son bulsa iyi olacaktı. Sağ tarafıma baktım. Daha ineli bir dakika olmamıştı fakat o bana fark ettirmeden ilerlemeye başlamıştı bile.
İlk seferde de olduğu gibi irade mekanizmamı çalıştırmadan, sıfır düşünme payıyla, tüm suçu ayaklarıma atarak peşinden yürümeye başladım. Yine ara sokaklardan birindeydik. Arada yaklaşık bir metre kala yürüme hızımı yavaşlattım. Biraz daha yürüdükten sonra aniden durdu. Sağımda da solumda da saklanacak bir yerim olmadığını anladım ve ben de durdum. Dımdızlak ortadaydım şu an. Arkasını döndü. Gözleri yine gözlerimi bulunca, kaçırdı gözlerini. Tam olarak vücudunu bana döndüğünde kaşlarını çattı. Sinir ve şaşkınlıkla karışık bir ses tonuyla,
"Takip etmekten ne zaman vazgeçeceksiniz beyefendi?" dedi.
Buyurun cenaze namazına!